Bir Tutam Sevgi, Bir Ölçek Şefkat
BBu röportaj Altınoluk Dergisi’nde ( Ağustos 2002, 198. sayı ) yayımlanmıştır:
Altınoluk: Peygamberimiz “Ahlâkî güzellikleri tamamlamak için gönderildim” buyuruyor. Her din gibi İslâm da ahlâka büyük önem veriyor. Nedir ahlâk? İnsan ve toplum için önemi nedir?
Kandemir: Dağda, bayırda kendiliğinden yetişen bir armut ağacının meyvesiyle, bakımlı bir bahçede işinin ehli ziraatçıların veya bahçıvanların dikkat ve gayretiyle yetiştirilen bir armut ağacının meyvesi mukayese edilmeyecek kadar farklıdır. Birinin adı ahlattır, çörtüktür, tadı buruktur, fazla yenilmesi sıkıntı verir. Ötekinin adı ankara armudu, mustafendi armudu, yağ armudu, bal armududur. Tadı nefistir, ağızda âdeta erir, yiyene rahatsızlık vermez. Bakımlı bir bahçenin gönle ferahlık veren güzelliğiyle, bakımsız bir bahçenin insana ürküntü veren hali de böyledir.
Peygamberler bir tür bahçıvandır, ziraatçıdır; görevleri ahlatı ehlileştirmektir. Bakımsız bahçeyi bakımlı hale getirmektir. Bahçe bakımının esaslarını, iyi ağaç yetiştirmenin usûllerini ortaya koymaktır. Ahlâkî güzellikleri tamamlamanın anlamı işte budur.
Buna göre ahlâk, insanın bir ömür boyu uyması gereken kuralların, yapması gereken görevlerin bütünüdür. Acaba insanın kime, kimlere karşı görevleri vardır. Elbette öncelikle kendini yaratana karşı görevleri vardır. İnsan Rabbini bilecek, tanıyacak, O’nun kendisinden beklediği kulluk görevlerini yapacaktır. En yakınında ailesi, onlardan hemen sonra diğer insanlar, hatta Allah’ın yarattığı diğer varlıklar, hayvanlar, bitkiler vardır. Ozon tabakasının korunması da bu görevlerden biridir. Ahlâkı Allah’ın emirlerine saygı, yarattıklarına şefkat ve sevgi diye tarif eden İslâm büyükleri meseleyi işte böylesine kapsamlı düşünmüşlerdir.
Ahlâk sadece davranışların değil, davranışlara yön veren duyguların ve insanın iç dünyasının eğitimidir. İnsanlara “Rabbimin kulları” diye bakabilmek, Müslümanları “benim kardeşlerim” diye görebilmek insanın davranış mekanizmalarını buna göre programlamaya bağlıdır. Bu program çalıştığı zaman insan birine bakarken bakışına bir tutam sevgi, bir ölçek şefkat katacaktır. Kimseye üstten bakmayacaktır. Konuşurken karşısındakine değer verecek, ona başını çevirerek bakmayacak, bütün vücuduyla dönerek konuşacaktır.
İnsanın ve toplumun huzura, sükûna, mutluluğa ihtiyacı vardır. Bunlar onun en tabiî hakkıdır. Görevlerini yapabilmesi için bu şartlar gereklidir. En üstün meziyetlerle donatılan insanoğlu birbiriyle didişmekten, çekişmekten, kavga etmekten rahatsız olmalıdır. Eğer birilerini ezmek, tedirgin etmek, ağlatmak onu rahatsız etmiyorsa insanî özelliklerini yitirmiş demektir.
Altınoluk: Sanki zaman içinde Müslümanlar nezdinde ahlâk konusu muâmelâta göre daha az önemliymiş gibi bir yaklaşıma maruz kaldı. Bu eğilimin arkasındaki psikolojik sâik ne olabilir?
Kandemir: Din ne sadece muâmelâttır, yani alım satım, evlenme, boşanma gibi işler ve bu işlerde dürüst davranmaktan ibarettir, ne de sadece ibadet veya ahlâktır. Din bir bütündür. Bunların hepsini en iyi şekilde yapmaktır. Zaman oldu millete dinin iman, ahlâk ve ibadetten ibaret olduğu söylendi, bu doğru olmadığı gibi her şeyin muâmelâttan ibaret sanılması da doğru değildir. İnsanların birbiriyle olan ilişkileri dinden ayrı değildir, dinin içindedir. Bunlar ahlâkla iç içedir. Bakkal, müşterisine bir şey satarken yanlarında bir de Allah’ın bulunduğunu düşünecektir. Allah’ın kendisinden hem müşterisine karşı iyi ve dürüst davranmasını istediğini hem de ona güler yüz göstermesini istediğini bilecektir. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in hileli mal satan tâcire söylediği “Bizi aldatan bizden değildir” düsturunu unutmayacak, yani müşterimi aldatırsam benim Müslümanlıkla Müslümanlarla bir ilgim kalmayacak diye düşünecek, aynı zamanda “Kardeşinin yüzüne tebessüm etmenin bir sadaka yani bir iyilik olduğunu” hatırlayacaktır.
Müşteriye velinimet gözüyle bakan anlayış İslâmî anlayıştı. Bu anlayışa sahip olan bir tâcir yaptığı işin “ver malı, al parayı” ilişkisinden ibaret olmadığını bilirdi. İşyerinin ayakta durmasının, çoluğunun çocuğunun rızkını kazanmasının müşterisine bağlı olduğunu hesap eder, bunun tabiî sonucu olarak da müşterisine daha anlayışlı davranırdı.
Yaptığı işi iyi yapmak, dürüst davranmak İslâm ahlâkının bir gereğidir. Herkes bu esasa uymak zorundadır. Ama bunun yanında hem kendi mutluluğu hem yaşadığı toplumun huzuru ve sükûnu için insanlara insanca davranacak ve bunu ibadet derecesinde önemseyecektir.
Uzun bir süreden beri bizi biz yapan çok önemli bir değerimizi ihmal ettik. Bizi güzelleştiren ve insanlığımızı ortaya çıkaran bir gönül dünyamız olduğunu unuttuk. Bu yüzden kuruduk, küçüldük, robotlaştık, önemsiz bir varlık haline geldik. Ne kendimizi önemsiyoruz ne karşımızdakine değer veriyoruz.
Yıllardan beridir selâmlaşmanın özlemini çekiyorum. Evimden Efendimiz’in öğrettiği duaları okuyarak çıkıyorum. Yolda rastladığım insanlara selâm vermek istiyorum. Bu dünyada yapayalnız olmadığımı, insanlarla, Müslüman kardeşlerimle beraber yaşadığımı hissetmek istiyorum. Ama kimse yüzüme bakmıyor. Herkes kendi yolunda ve kendi dünyasında ilerliyor. Kimse benim farkımda değilmiş gibi geliyor bana. Bir yalnızlık hissediyorum. Kılığı kıyafeti düzgün olanlar beni görünce başlarını öte yana çeviriyor. Giyimi o kadar düzgün olmayanlar da selâmımı almaya çalışıyor, ama isteksiz bir edâ ile. Hatta bir kısmı “aleyküm selâm” diyecek yerde “sağol” gibi bir ifade kullanıyor ve ben yalnızlıktan kurtulamıyorum.
Demekki İslâm ahlâk ve terbiyesi, âdeti, geleneği hayatımızdan uzaklaşmaya başlamış. Belki bu ciddi görünümlü insanlar işlerini kendilerine göre çok iyi yapıyorlardır. Ama insanca yaşamak için bu yetmiyor. Birbirimize sevgiyle, saygıyla, insanca bakmamız ve birbirimize değer vermemiz gerekiyor. Bunun içinde, âdeta öldürüp içimize gömdüğümüz gönül dünyamızı yeniden canlandırmaya çalışmamız icap ediyor.
Altınoluk: Ahlâkın kaynağı konusu öteden beri tartışılır. Lâik çağlarda, din olmadan da ahlâklı olunabileceği gibi bir iddia oldu. Bugün gelinen noktada din dışı ahlâk konusu ne durumdadır? Küresel çapta insan ahlâk ilişkisi bir sorun teşkil etmekte midir?
Kandemir: Ahlâk sistemlerini, kaynakları açısından, fert ve toplum üzerindeki tesirlerine göre dine dayanmayan ahlâk, dine dayanan ahlâk diye iki kısma ayırabiliriz.
Dine dayanmayan yani laik ahlâk sistemleri insanın hareketlerini şahsî çıkar esasına bağlamıştır; onu tereddütleriyle, korkularıyla, ihtiraslarıyla ve menfaatleriyle baş başa bırakmıştır. İnsanın en güçlü silahı aklı, zekâsı ve kurnazlığıdır; o bu sayede vahşi hayvanlardan daha güçlüdür. Kendine üstünlük sağlayan bu silahların yardımıyla her şeyi çıkarlarına göre yorumlayabilir. Meselâ yaptığı haksızlıklara kolayca kılıf bulur ve yakasını kanunun elinden rahatça kurtarabilir. Şu halde dine dayanmayan ahlâklar, yabancı gözlerden uzak olduğu, kendi başına bulunduğu yerlerde kişiyi kontrol etme imkânına sahip değildir. Hatta dine dayanmayan bir terbiye ile yetişen kişiler, bir arada bulundukları zaman bile ahlâksızca davranabilirler. Birbirlerini kontrol edip denetleyemezler. Merhum Prof. Dr. Mehmet Kaplan konumuzla ilgili bir müşâhedesini şöyle nakleder:
“Yedek subayda iken, Ankara dolaylarında tâlim yapan lise ve üniversite mezunu gençlerin sahipsiz bağlara domuz sürüleri gibi hücum ettiklerini ve haram malı güle kapışa yediklerini gördüm. O zaman bize çocukluğumuzda telkin edilen ‘Harama el uzatmama’ düsturunun ulviyet ve derinliğini hissettim ve anladım ki, laik terbiye asla insanlara, cahil müslüman ailenin vermiş olduğu ahlâk terbiyesini veremiyor. Dahası var. Haram ile helâlin neler olduğunu bugün kanun ve nizamnâmeler tayin ediyor. Fakat bu kanunlar ve nizamnâmeler dinin o ihtişamlı manevî otoritesini hâiz olmadıkları, durmadan değiştikleri, çok defa iyi tatbik olunmadıkları veya neticeleri geciktiği için hiç de dinin tesis ettiği ahlâkî nizamı kuramıyor.” (Büyük Türkiye Rüyası, s. 264).
Bazı ahlâkçılar ise vicdanı öne çıkarmışlar, vicdan sayesinde insanın kendini kontrol edebileceğini, iyiyi kötüden kesin surette ayırabileceğini söylemişlerdir. Bu iddia ilk anda mâkul görülse bile, menfaatine ters düşen bir çok konuda nice kimselerin vicdanının sesine kulak vermediğini çok iyi biliyoruz. Demek oluyor ki vicdan yalnız başına bir ahlâkî yaptırım gücü olamaz. Menfaatlerin ağır baskısı, zamanla onu da köreltir ve yapılan kötülüklerden pişmanlık duymayacak hale getirir.
Demekki dine dayanmayan ahlâkî düzenlemeler, kanun gücünün bulunmadığı yerlerde bir düzen sağlamıyor, otorite kuramıyor.
İnsanı terbiye etmenin yani iç güdülerinin tutsaklığından kurtarıp üstün değerlere yükseltmenin en mükemmel yolu imandır. Gönül rızasıyla içten benimseyerek gerçekleştirilecek en sağlam itaat ve disiplinin imana dayanması gerekir. Din, insanın hareketleri devamlı surette gözetleyen denetleyiciyi onun kalbine yerleştirmiştir. İşte bu sebeple insanın kanun adamlarının ve diğer insanların kontrolünden uzak, ıssız bir yerde yapacağı ahlâka uymayan bir davranışı onun içindeki denetleyicinin gözünden kaçmaz. O, Allah’ın her şeyi gördüğünü ve hiçbir kötülüğü cezasız bırakmayacağını söyleyerek elini, kolunu bağlar.
Burada Peygamber Efendimiz’e gelerek, yaptıkları günahın cezasını âhirete bırakmadan dünyada görmek istediklerini söyleyen samimi Müslümanları hatırlayalım. Âhirette Allah’ın huzurunda mahcup olmaktansa, dünyada canlarını seve seve fedâ etmelerindeki samimiyeti düşünelim. Şu halde dindarlık, insanı ahlâklı olmaya götürmekle kalmıyor, yapacağı rehberlik ve yerinde uyarılarla onu şahsî çıkar duygularının esir edici ağır baskısından kurtarıyor ve mükemmele doğru götürüyor.
Dinî ahlâk zamana ve toplumlara göre değişmeyen sağlam ve kalıcı ahlâk esasları getirir. Önemli olan da budur. Zira zamana ve mekâna göre değişen ahlâk kuralları güven verici olamaz.
Altınoluk: İslâm ahlâka bunca değer verdiğine göre, dünyanın en ahlâklı toplumları Müslüman toplumlar olmalı. Siz bu noktada bir ahlâkî eğitim sorunu bulunduğunu düşünüyor musunuz? Ahlâkî eğitim nasıl verildi Müslüman toplumlarda? Tasavvuf müessesesi ile ahlâkî eğitim arasında ilişki nedir? Bugünkü problemlerde bu eğitimin eksikliği veya sağlıksızlığından söz edilebilir mi?
Kandemir: “Allah insandan ne istiyor?” diye sorsalar, bu soruya kısaca vereceğimiz cevap şudur: “Önce kendini yaratana inanmasını, sonra da mükemmel bir ahlâka sahip olmasını istiyor.”
Burada o ünlü hadisi mutlaka hatırlamalıyız. Süfyân İbni Abdullah adlı sahâbî Resûl-i Ekrem’e gelerek:
– “Yâ Resûlallah!” diyor. “Bana İslâm’ı öylesine tanıt ki, onu bir daha senden başkasına sormaya ihtiyaç hissetmeyeyim.”
Resûl-i Ekrem bu zâta şunu söylüyor:
– “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!” (Müslim, Îmân 62). Hz. Peygamber’in bu vecizesi, “Rabbimiz Allah’tır diyen, sonra da dosdoğru olanlar için ne korku vardır ne de hüzün” âyetine dayanmaktadır (Ahkaf 46/13).
Görüldüğü gibi hem Allah hem de Peygamber’i insanlara imanı ve ahlâkı öğrettiler. Resûl-i Ekrem’in “nesillerin en hayırlısı” diye övdüğü ilk üç nesil başta olmak üzere Müslüman toplumlar gerçekten de dünyanın en ahlâklı toplumları oldular. Peygamber’den aldıkları emaneti dünyanın hemen hemen dört bir yanına taşıdılar ve bütün dünyaya Allah’ı ve ahlâkı öğrettiler. Gittikleri yere huzuru, sükûnu ve gerçek insanlığı götürdüler. İşte onların öğrendiği ve öğrettiği ahlâk imana dayalı bir ahlâktı. Böylece imâna dayanmayan ahlâktan söz edilemeyeceğini de ispat etmiş oldular.
Müslümanların en güçlü ve en mutlu oldukları devirler sağlam bir ahlâka sahip oldukları yüzyıllardır. Bugün müslümanların dünyanın en güçsüz ve en mutsuz insanları oldukları ortadadır. Bunun sebebi ise gerçek Müslümanları yücelten ahlâk esaslarına hayatlarında yer vermeyişleridir. Bu gerçek bizi ahlâk eğitiminin kaçınılmaz olduğuna götürmektedir.
Müslüman toplumlar ahlâk eğitimini öncelikle Peygamberimizden öğrendiler. Peygamber de Allah’tan öğrendi. Allah Teâlâ Resûlünü bir ahlâk öğretmeni olarak yetiştirdi. Onu mükemmel bir ahlâk eğitiminden geçirdi. Bu eğitimin sonunda ona bir ahlâk diploması verircesine “Elbette sen ahlâkın en yücesine sahipsin” (Kalem 68/4) buyurdu. İslâm toplumlarında ahlâk öğretenler yüzyıllar boyu öğrencilerine öncelikle Resûl-i Ekrem’i gösterdiler. Hangi konuyu anlatıyorlarsa, “Bak, bu konuda o şöyle yapardı” dediler. Kendileri de onun izinde yürüdüler. İslâm ahlâkını hep canlı tuttular. İslâm ahlâkının başarısı buradadır.
Din dışı ahlâk teorilerini ortaya atanlar ise, görüşlerini başkalarına tavsiye etmekle yetindiler yani felsefe yaptılar. Tavsiye ettikleri ahlâkın yaşanabilir olup olmadığını tecrübe etmediler. Bu yüzden de onların ardından gidenler öncekilerin görüşlerini hep tenkit edip daha doğru zannettikleri kendi görüşlerini ileri sürdüler. Ama bu görüşler yaşanmadığı ve uygulanmadığı için hep havada kaldı.
Resûl-i Ekrem’in ortaya koyduğu ahlâk eğitim ve öğretiminin başarısı, söylediklerini bizzat yaşamasına ve ahlâkın yüzyıllar boyu onun ardından gidenler tarafından titizlikle uygulanmasına bağlıdır.
Şimdi biz ne yapacağız denirse, bunun cevabı şudur: Kur’an ve hadisler elimizde sapasağlam durmaktadır. Kur’an ve hadislerdeki ahlâk esasları hayatiyetini aynen korumaktadır. Bu eşsiz ahlâkı yeniden yaşama ve yaşatma, insanları muhtaç oldukları huzur ve saadet iklimine yeniden götürme şansı her zaman vardır.
Tasavvuf müessesesi ile ahlâkî eğitim arasındaki ilişkiyi soruyorsunuz. İnsanları üç kısma ayırmak mümkündür. Bir kısmı melek huyludur. Onlardan kimseye zarar gelmez. Bir kısmı şeytan tabiatlıdır. Onları kendi hallerine bırakmaya gelmez. Onlar ancak kanunun gücüyle zapturapt altına alınabilir. Bu iki grubun sayısı fazla değildir. Toplumun asıl büyük çoğunluğu ise kendileriyle meşgul olunmaya, eğitilmeye, iyi ve doğrunun kendilerine gösterilmesine muhtaç kimseleridir. Esasen eğitim tarzı ne kadar iyi olursa olsun, insanlar bütün bir hayat boyunca, iyi ve doğruyu kendilerinden daha iyi bilen, dürüstçe yaşayan kimselerin rehberliğine muhtaçtır. Onları zararsız hale getirmek kendilerini devamlı surette murâkabe altında tutmakla mümkündür. İşte tasavvuf müessesesi bunu yapmış ve yapmaktadır. Toplumda İslâm ahlâkının yaşanmasını sağlamak için mensuplarını bir hayat boyu izlemeyi, onları hem kendilerine hem topluma faydalı hâle getirmeyi hedef almıştır. Ve bunda muvaffak olmuştur.
Tasavvuf eğitiminin aleyhinde bulunanlar bazı kötü ve başarısız örneklere takılıp kalanlardır. Her kaidenin istisnâları bulunduğu için tasavvuf hareketini bazı kötü örneklerden ibaret sanmak yanlıştır. Kötülük tasavvufta değildir; kötülük insanın içindedir. Tasavvuf erbabının yaptığı işte bu kötülüğü en aza indirmeye gayret etmektir.
Bugünkü problemlerin temelinde hem genel olarak ahlâk eğitiminin yetersizliği hem de özel olarak tasavvuf eğitimin eksikliği, sağlıksızlığı bulunmaktadır. Başta devlet olmak üzere eğitim verdiğini düşünen her kurumun önce görevini lâyıkıyla yapmaya niyet etmesi, sonra da bulun yolunu araştırması ve bulması şarttır. Biz yeni bir şeyi, bizde bulunmayan bir şeyi arayıp bulmak durumunda değiliz. Bizi mükemmele götürecek güç ve kuvvet kendi içimizdedir. Bütün mesele Allah’ın ve Peygamber’in rehberliğini benimseyebilmek ve bunu istemektir.