Aşkın İle Aşıklar Yansın Ya Resülallah

BBu röportaj Yüzakı dergisinde (Nisan 2006, sayı: 14) yayımlanmıştır:

Yüzakı: Efendim, son peygamber Muhammed Mustafa sallâllâhü aleyhi ve sellem Efendimiz, Allah katında, peygamberler arasında ve insanlar içinde nasıl bir mevkie sahiptir?
Kandemir: Kâinâtın sahibi Yüce Mevlâmız, Sultân-ı âlem Efendimizi çok severdi. Ona büyük değer verirdi. Çünkü Fahr-i âlem Efendimiz onun Habibiydi. Allah Teâlâ Habîbinin şânını daha da yüceltmek istedi. Lâilâhe illallah diyen birinin, bu sözün ardından Muhemmedün Resûlullah demesini istedi. Onun içindir ki ezan okunurken Eşhedü en lâilâhe illallah dendikten sonra, hemen ardından Eşhedü enne Muhemmeden Resûlullah denir. Ve bu mübarek ses, dünyanın her yerinde her an yankılanır. Gönüllerin cilası olan bu lâhûtî ses, gece ve gündüz ardı arkası kesilmeden yeryüzünde, gökyüzünde devam eder durur.
Kur’ân-ı Kerîm’i okuduğumuzda, Cenâb-ı Hakk’ın onu kâfirlerin üzmesine razı olmadığını, Habibinin gönül kırgınlığını gidermek için kendisini nasıl teselli ettiğini pek çok âyette görürüz. Bunun iki örneğini görmek isteyenler Duhâ ve İnşirah sûrelerine bakabilirler.
Sultân-ı enbiyâ Efendimiz peygamberler arasında da pek üstün bir yere sahipti. Allah Teâlâ peygamberlerine ondan söz etti. Sizlerden sonra bir Peygamber göndereceğim. O peygamberlerin sonuncusu olacak. Sizden ona inanmanızı ve kendisiye yardım etmesini istiyorum. Hatta her biriniz ümmetinize de ondan bahsedeceksiniz. Eğer onun zamanına yetişirlerse, ona inanmalarını ve kendisine yardımcı olmalarını tembih edeceksiniz buyurdu. Âl-i İmrân sûresinin 81. âyeti Cenâb-ı Mevlâ’nın peygamberlerden böyle söz aldığını anlatır. Şâh-ı enbiyâ Efendimiz Mi’râca çıkarken biri Beyt-i Makdis’te, diğeri gökyüzünde olmak üzere peygamberlere iki defa namaz kıldırmıştır. Kıyamet Günü’nde bütün insanlar ve bütün peygamberler onun Livâü’l-hamd sancağının altında toplanacaktır.
Şimdi biraz da Risâlet Güneşi Efendimizin insanlar arasındaki üstün yerinden söz edelim. Efendimiz aleyhisselâm “Ben âlemlere hediye edilmiş rahmet peygamberiyim” buyurur. İnsanoğlu onun hem kendisine, hem de bütün kâinata bağışlanmış ilâhî bir hediye olduğunu hiçbir zaman unutmamalıdır. Ve bir Müslüman şöyle düşünmelidir. Eğer Peygamber Efendimiz olmasaydı, biz Allah’a giden yolu kendiliğimizden bulamazdık. Biz onun sayesinde doğru yolu bulduk. O bizim rehberimizdir. Şu dünya gurbetinde kılavuzumuzdur. Ancak ona tutunmak, gösterdiği çizgiyi takip etmek suretiyle selâmete erebiliriz.
İyi bir Müslüman olmanın şartı Server-i enbiyâ Efendimizi canımızdan da çok sevmektir. Bunu Yüce Rabbimiz istemektedir. Ve Peygamber Efendimize, insanlara şöyle söylemesini emretmektedir: “Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyunuz, yani her dediğimi yapınız. İşte o zaman Allah da sizi sevecek ve günahlarınızı bağışlayacaktır.” Bu emir de Âl-i İmrân sûresinin 31. âyetidir.

Yüzakı: Hazret-i Peygamber, -bazılarının iddia ettiği gibi- Kur’ân-ı Kerîm’i insanlara gönderebilmek için Cenâb-ı Hak tarafından tayin edilmiş sadece bir haberci midir?
Kandemir: Ahmed-i Muhtâr Efendimiz Kur’ân-ı Kerîm’i getirip tebliğ ettikten sonra işi biten bir postacı değildir. Öyle olsaydı, ashâb-ı kirâm efendilerimiz, ki her biri Arapça’yı pek mükemmel bilen insanlardı, mânasını anlamadıkları âyetleri gelip ona sormazlardı. Demekki Fahr-i âlem Efendimizin görevi sadece âyetleri tebliğ etmek yani onları insanlara duyurmak değil, aynı zamanda ilâhî kelâmı açıklamak ve tefsir etmektir. Bu bir.
Allah Teâlâ bizden Habîb-i Edîb’ine itaat etmemizi istiyor. Bu konudaki âyet-i kerîmeyi biraz önce hatırlattım. Neye nasıl inanacağımızı, nasıl ibadet edeceğimizi, nasıl bir hayat görüşüne ve yaşama üslûbuna sahip olacağımızı ondan öğrenmemizi emrediyor. Eğer biz onun nasıl namaz kıldığını bilmeseydik, Kur’ân-ı Kerîm’in “Namaz kılınız” emrine bakarak namaz kılmayı öğrenebilir miydik? Demekki Resûl-i Ekrem Efendimiz sadece bir haberci değil. O bir nümûne-i imtisâl yani kendisinden her bakımdan örnek alınacak insan. Bu iki.
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz bize iki şey bıraktığını söylüyor ve  onlara sımsıkı yapıştığımız sürece yolumuzu sapıtmayacağımızı haber veriyor. Bunlardan birinin Allah’ın Kitâb’ı, diğerinin de Resûlü’nün sünneti olduğunu belirtiyor. Demekki biz yolumuzu sapıtmamak için onun hadisine ve sünnetine muhtacız. Onun hadisleri,  ya ilâhî vahyin eseri veya ilâhî vahyin kontrolü altında söylenmiş hayat ölçüleridir. Onun hadîs-i şerîfleri olmadan bir Müslüman, Müslümanca yaşayamaz.
Yüzakı: Hazret-i Âişe’den rivâyet edilen: “O’nun ahlâkı Kur’ân (ahlâkı) idi.” hadîsi zâviyesinden ve ahlâkın en geniş anlamıyla baktığımızda O’nu nasıl tanımalıyız?
Kandemir: Mefhar-i Mevcûdât Efendimiz bizim ahlâk hocamızdır. Allah Teâlâ onun gönlüne mânevî ilimleri ilhâm etmiş, böylece iyiyi kötüden ayırmasını sağlamıştır. Kur’ân-ı Kerîm’deki bir çok âyet-i kerîme ile de ona ahlâkı öğretmeye devam etmiştir. Meselâ şu âyet-i kerîmeye bakınız: ”Sen affedip kolaylık göster. İyi olanı emret ve kendini bilmezlere aldırma”. Bu Âraf sûresinin 199. ayetidir. Habîb-i Ekrem’i ahlâkın bütün esaslarını öğrendikten sonra da ona “Ey Habîbim! Sen yüce bir ahlâka sahipsin” buyurmak suretiyle artık onun insanlığın ahlâk hocası olduğunu tescil etmiştir.
Hâl böyle olunca biz onun ahlâkını nasıl tanımalıyız? Ashâb-ı kirâm Efendilerimiz tarihî bir görev ifa ederek Allah’ın Resûlü’nün hemen hemen bütün davranışlarını tesbit etmişlerdir. Tıpkı bir kamera gibi. Yahut neredeyse bir teyp gibi onun sözlerini kaydetmişlerdir. Bugün bize düşen onun hadîs-i şerîflerini bir hayat düsturu gibi benimsemek olmalıdır. Bunun için de hadîs-i şerîfleri çok okumamız gerekmektedir. Ailemizle bir araya geldiğimizde, dost ve arkadaşlarımızla sohbet meclislerinde toplandığımızda her şeyden önce Kâinâtın Gülü’nü koklamaya çalışmalıyız. Tıpkı ashâb-ı kirâm gibi onu evimize, aramıza davet etmeliyiz. Mübarek yüzünü göremesek bile, güllerini dermeli, koklamalıyız. Hadîs-i şerîfler hayatımızda o kadar önemli bir yer tutmalıdır ki, başımıza bir dert, bir sıkıntı geldiğinde, “Benim yerimde Peygamberim olsaydı ne yapardı?” sorusuna hadislerden bir cevap bulabilmeliyiz.
Yüzakı: O şerefli ve yüce peygamberin davranışları ve sözlerinden oluşan sünnetler her zaman tartışma mevzuu olabiliyor. Kur’an-sünnet ayırımı noktasında bu hususta neler söylemek istersiniz?
Kandemir: Kur’ân-ı Kerîm’i bir anayasaya benzetirsek, hadîs-i şerîfler bu anayasanın şerhi, yorumu durumundadır. Kur’ân-ı Kerîm’i din binasının aslı, temeli, iskeleti sayarsak, hadîs-i şerîfler o iskeletin eti, siniri, kanı, derisi mesâbesindedir. Bu durumda Kur’an ile sünneti birbirinden ayırmak mümkün değildir.
Kur’ân-ı Kerîm ile sünnet-i seniyyeyi birbirinden ayırmaya kalkışanlar, dinin ruhundan habersiz kimselerdir. Bakınız size İslâmın ikinci asrında yaşamış olan İmam Evzâî’nin bir sözünü hatırlatmak istiyorum. Bir zamanlar bu büyük fıkıh ve hadis âliminin bir mezhebi vardı; tıpkı bizim mezhebimiz gibi hak bir mezhep. Abdurrahman el-Evzâî sünnet olmadan Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılamayacağını anlatmak için şöyle der: “Sünnetin Kitab’a olduğundan çok, Kitab’ın sünnete ihtiyacı vardır.” Çünkü sünnet Kur’an’ı açıklar. Biraz önce namaz misâlini vermiştim. Siz buna hac ve zekât misallerini de ilave edebilirsiniz. Sultân-ı âlem Efendimizin sünneti olmadan ne haccedebiliriz, ne de hangi mallardan ne kadar zekât vereceğimizi bilebiliriz.
Kur’ân-ı Kerîm “Mü’minler kardeştir” buyuruyor. Hadîs-i şerîf bu kardeşliğin nasıl bir kardeşlik olduğunu bize açıklıyor ve şöyle buyuruyor: “Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” Bu misâller hadîs-i şerîflerin Kur’ân-ı Kerîm’i nasıl açıkladığını pek güzel ortaya koymuyor mu? Bu durumda birinin kalkıp da Kur’an bize yeter demesinin ne anlamı vardır. Allah Teâlâ Resûlüne Kelâm-ı Kadîm’ini açıklama yetkisi vermişken, “Bizim buna ihtiyacımız yok” diyen kimse acaba kendisini hangi konumda görüyor!!!

Yüzakı: Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’e bağlılık ve sevgi sizin de üzerinde sıkça ve hassasiyetle durduğunuz bir mesele. Bu meyanda sahâbe-i kirâmın Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e karşı muhabbeti ve emirlerine hattâ tavsiyelerine karşı bağlılıklarından hangi örnekleri vermek istersiniz?
Kandemir: Ashâb-ı kirâm, Allah Teâlâ’nın övdüğü bir nesil…Aşkta, Allah’a ve Resûlüne bağlılıkta, samimiyette tarihin bir benzerini daha göremediği eşsiz insanlar nesli…Onlar, ümmet-i Muhammed’in nümûne-i imtisali, en güzel modeli…Peygamber aleyhisselâm’ın yaptığını aynen yapmaya, terk ettiğini gözlerini kırpmadan terk etmeye çalışan kahramanlar…Habîb-i kibriyâ’nın bir kılına zarar gelmesine dayanamayan âşıklar…Onu canlarından bile çok sevdikleri halde, kendisine besledikleri derin saygıdan dolayı mâh cemâline  gözlerini doyura doyura, gönüllerini kandıra kandıra bakamayan sevdalılar…Kısacası dünya ne Asr-ı saâdet gibi bir devir, ne de ashâb-ı kirâm gibi bir nesil gördü…
Bir ara Cenâb-ı Mustafâ Efendimizin bir altın yüzüğü vardı. Ashâb-ı kirâm da birer altın yüzük taktı. Fahr-i Cihân onların bu yaptığını doğru bulmadı. “Bunu bir daha takmam” diyerek parmağındaki yüzüğü çıkarıp attı. Ashâb-ı kirâm da parmaklarındaki altın yüzükleri kaldırıp attılar. Resûlullah’a böylesine bağlılığın adına “ittibâ” diyoruz. Sohbetimizin başında buna temas etmiştik. Ona itaati Allah Teâlâ emretmektedir. Abdullah ibni Revâha’nın o davranışı unutulacak gibi değildir. Mescid-i Nebevî’nin avlusundayken, Peygamber Efendimizin içerideki Müslümanlara “Oturunuz!” buyurduğunu duyar ve olduğu yere çöküverir. Ashâb-ı kirâm bu durumu Efendimize anlatınca, Allah’ın Sevgili Elçisi buna memnun olur ve Abdullah’a “Cenâbı Hak kendisine ve  Resûlü’ne itaat arzunu artırsın”, diye dua eder. Sahâbe-i Güzîn Efendilerimizi çok iyi tanımalı, onları kendimize nümûne-i imtisâl edinmeliyiz.
Yüzakı: Tarih boyu bizim milletimiz, Peygamber muhabbeti ile tebarüz etti. Bu nasıl gerçekleşti? Bugün de aynı muhabbeti görmek mümkün mü?
Kandemir: Bir kültür, bir gelenek başlıca iki yolla hayatiyetini devam ettirir. Yazı yoluyla, sözlü anlatım yoluyla. Bizim milletimiz kültürünün devam etmesi için her iki yolu da en güzel şekilde kullanmıştır. Peygamber Efendimizin hayatına yani “siyer”e dair yazılmış kitaplar vardı. Siyer kitapları devrin âlim ve edipleri tarafından değişik üslûplarla yazılırdı. Bunların mensur olanları vardı, manzum olanları vardı. Siyer kitapları halkımız tarafından çok okunurdu. Daha doğrusu hem okunur hem de dinlenirdi. Tek başına veya dost, arkadaş meclislerinde okunurdu. Bizde kitap okuma ve dinleme geleneği vardı.
Peygamber Efendimizin sadece hayatına değil, ahlâkına, şemâiline dair yazılmış kitaplar vardı. İnsanlar bunları okur, üzerinde düşünür, duygulanır ve ağlardı. Hatta câmileri yaptıranlar, devleti yönetenler ve ileri gelen insanlar bazı camilerde bazı kitapların, o devrin tanınmış âlimleri tarafından okutulmasını sağlar, bunları vakfiyelerine yazarlardı. En güvenilir hadîs-i şerîfleri ihtiva eden Sahîh-i Buhârî, Peygamber Efendimizin ahlâkını, şemâilini, Müslümanların ona karşı görevlerini pek güzel bir şekilde anlatan Kâdî İyâz’ın Şifâ-i Şerîf adlı eseri camilerde okutulan en meşhur kitaplardı. Bunları okutanlar Sahîh-i Buhârî okutan veya Şifâ-i Şerîf okutan anlamında Buhârîhân, Şifâhân diye anılırdı. Öğrendiğime göre Eyüp Sultan camiinde Cumhuriyet dönemine kadar Şifâ-i Şerîf okutulurmuş. Bir muhterem hocamızın arzu ve ısrarı üzerine, bu geleneğimizi yeniden ihyâ için on aydan beri Eyüp Sultan camiinde, Pazar günleri, öğle namazından bir saat öncesinden itibaren Şifâ-i Şerîf’i okutmaya gayret ediyorum. Rabbim tamamına erdirsin.
Din, ahlâk ve peygamber muhabbeti yaşanarak öğrenilir. Arkadan gelenler, bunları önden gidenlerin hal ve tavırlarından öğrenir. Çocuklar, Peygamber adı anılınca büyüklerinin gözlerinde muhabbet ışığının parıldadığını, kirpiklerinin hasret ve özlemle nemlendiğini, boğazlarında bir şeylerin düğümlendiğini görmeli ve sevgiyi görerek, yaşayarak öğrenmelidir.
Bugün bu muhabbet elhamdülillah yaşıyor. Her kesimden insanda, farklı derece ve tonlarda Peygamber muhabbeti yaşıyor. Önemli olan bu sevdayı geliştirmek, dağlar kadar büyütmektir. Çocuklara, seviyelerine uygun olarak  Peygamber Efendimiz hakkında yazılmış kitaplar okutmalıyız. Evimizde hadîs-i şerîf dersleri yapmalıyız. Bu işe çocukların seviyesindeki kitaplarla başlamalı, Riyâzü’s-sâlihîn Tercüme ve Şerhi gibi kitaplarla devam etmelidir. Çünkü muhabbet, tıpkı çiçek gibi sulanmak ister; beslenmek ve boy atmak ister.

Yüzakı: Hazret-i Peygamber hakkında İslâm tarihinde Hazret-i Îsâ gibi herhangi bir şekilde ilâhlık sıfatı verme gibi bir yaklaşım mevzubahis değilken O’na muhabbeti iyice sıradanlaştırarak O’nu basit bir kimse gibi takdim etmelerinin temelinde ne vardır?
Kandemir: İnsanımız mânevî gıdadan mahrum kaldı. Âdeta kurudu, kavruldu, üzerinden çekirge sürüsü geçmiş ekin tarlasına döndü. Bu yetmiyormuş gibi, muhabbetten yeteri kadar nasibi olmayanlar dini kuru akıl çerçevesine hapsetmeye, hatta muhabbetin hududunu da kendileri tayin etmeye kalktılar. Cenâb-ı Mevlâ’nın ve Resûl-i Kibriyâ’nın çizdiği hududu görmezden geldiler. Halbuki Allah Teâlâ Ahzâb sûresinin 6. âyet-i kerîmesinde Habibimi canınızdan daha çok seveceksiniz buyuruyor. Peygamber Efendimiz de kendisini sevmenin hududunu belirleyerek “Beni, Hıristiyanların Meryem oğlu Îsâ’yıf ilâhlaştırdığı gibi ilâhlaştırmayın” buyuruyor. Bizi bağlayan bu iki kaynaktan şu kaide çıkıyor: “Peygamber aleyhisselâm’ı ilâhlaştırmamak şartıyla sevebildiğin kadar sev!”
Kendilerini dinin gözetleme kulesine oturtanlar, ellerinde de “sevgi ölçüm âleti” varmış gibi Müslümanların muhabbetini sınırlandırmaya kalkanlar yanlış yapıyorlar. “Aşırı övgüler Hz. Peygamber’e birşey kazandırmaz” diyorlar. Zaten böyle bir iddiada bulunan yok. Bu övgüler Mefhar-i Mevcûdât Efendimize değil, bize bir şeyler kazandıracak. Gördüğüm kadarıyla âşık şairlerimizin “Şefâat yâ Resûlullah!” diye figan eylemeleri, belki de şefaati kabul etmeyen bazılarını sinirlendiriyor. Bu tamamen kendilerinin problemi. Şefaat vardır; hem de Kur’an âyetleriyle sâbittir. Şâirin “Ki sensin cümleden ekrem, ki sensin dertlere merhem/ Kamû mücrimlere erham, şefâat yâ Resûlallah” diye şefaat niyâz etmesi kadar tabii ne olabilir? Kıyamet gününde Peygamberlerin bile livâülhamd adındaki sancağı altında toplanacak bir yüce insandan elbette şefaat niyaz edeceğiz. Ve onu gücümüz yettiği kadar seveceğiz.

Yüzakı: Hocam, son olarak, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz’e karşı şahit olduğumuz çirkin davranışlar karşısında nasıl bir tavır ve duruş tavsiye edersiniz?
Kandemir: Öncelikle çok iyi bildiğimiz bir gerçeği hatırlayalım: Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in karşısında, Asr-ı Saâdet’ten beri her devirde onun muhalifleri olagelmiştir. Kıyamete kadar da, bu böyle gidecektir. Onların bu tavrı kendileri adına bir bahtsızlıktır. Dolunaya bağıranın sonunda sesi kısılır. Bizim oralarda söylenen hoş bir atasözü vardır: “Deveye köpek ürmüş, kulağına ne girmiş”.
Meselenin bizi ilgilendiren yanına bakacak olursak: Bu kabil nasipsizlikleri görüp kendimize gelmeli, muhabbetimizi tazelemeyiz. Fahr-i âlem Efendimize olan sevgimizi ve bağlılığımızı sorgulamalıyız. “Ben Peygamber muhabbetinin neresindeyim” diye sormalıyız kendimize. Onun etrafında konuşmalı, yazmalıyız. Onun bizim gözümüzün nuru olduğunu cihana duyurmalıyız. Bu vesileyle İslâm dünyasından yükselen sesler İslâm’ı ve onun son peygamberini yeniden gündeme getirmiştir. İlâhî daveti, ona yabancı kulaklara bir kere daha duyurmuştur. Ona yabancı kulaklar “Ne oluyoruz? Kim bunlar? Niye bağırıp duruyorlar?” derken, ister istemez son peygamberin sesine kulak kabartmışlardır. Bundan daha güzel tebliğ vesile olabilir mi? Şer sandığımız şeyde hayır olduğunu bir kere daha gördük. Şimdi dünya yeniden onu konuşmaya, onu okumaya, onu düşünmeye başladı. Kim bilir ileride ne güzellikler göreceğiz!… Elbette “Hak şerleri hayreyler…”

Yüzakı: Son olarak ilâve etmek istedikleriniz…
Kandemir: İnsanlık, Kâinâtın Efendisini tanımadığı ve bütün ruhuyla ona bağlanmadığı sürece mutsuzluğa mahkûmdur. Biz hem kendimizin hem başkalarının mutluluğu için Fahr-i Cihânı hep konuşmalı, onu her zaman gündemde tutmalıyız. Yüce Rabbim hepimizi onun şefaatine nâil eylesin. Âmin.