Zehebi’nin Altın Sözleri

YYaşar Kandemir hocamızın 1995 Ocak ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 107 Sayfa: 024)

Kıl payı kaçırdığımız firsatlara üzülmenin fayda vermediğini bile bile, yine de kim bilir ne çok yanmışızdır. Gitmek istediğimiz bir yere birkaç dakika önce varamadık, sevdiğimiz birini biraz daha fazla göremedik veya servetimizi daha fazla büyütemedik diye ne kadar kızıp köpürmüşüzdür.

Yitirilen fırsatların hiçbiri, Resûlullah’ı dünya gözüyle görme bahtiyarlığını kıl payı kaybeden bazı büyük tabiîlerin yitikleriyle mukayese edilemeyecek kadar önemsizdir. Müslüman olduktan sonra Medine’ye gelerek o Güzeller Güzeli’ni görmek, sohbetine kulak vermek için köyünden, kabilesinden yola çıkan, kimi yan yolda kimi Medine civarındayken Şah-ı Enbiya’nın vefat haberini alan, yahut çeşitli sebeplerle ona kavuşma imkanını bulamayan, bu yüzden de bütün ünvanlarının en şereflisi olan sahabî mertebesine eremeyen tabiîn efendilerimizin üzüntüsü şüphesiz son derece asil ve onların kayıpları, hiçbir dünya servetiyle ölçülemeyecek kadar büyüktür.

Bir Tel Saçı

Şimdi size Kainatın Gülü’nü koklama fırsatını kaçıran bir büyük gönül adamının Fahr-i Cihan Efendimize ait maddî bir hatıraya sahip olamayışının üzüntüsünden bahsetmek istiyorum. Bu zat büyük tabiîlerden fakih ve muhaddis Abîda b. Amr es-Selmanî’ dir (ö. 72/691). Aslen Yemen’li olan Abide, Efendimiz’in vefatından iki yıl kadar önce, Mekke fethi sıralarında müslüman oldu, fakat içinde bulunduğu şartlar sebebiyle Medine’ye gelip de Resulullah Efendimiz’i göremedi. Ancak Hz. Ömer devrinde Küfe’ye gelip yerleşti ve birçok fütühata katıldı. Fıkıh dediğimiz İslam Hukuku’nda öylesine büyük bir şöhret kazandı ki,Küfe’nin meşhur dört fakîhinin en üstünü olarak o gösterildi. Devrinin en büyük kadılarından biri olan Kadî Şüreyh bile içinden çıkamadığı meseleleri gelip ona danışırdı.

Kendisinden en çok faydalanan talebesi Enes İbni Malik’in azatlı kölesi olan şöhretli fıkıh alimiMuhammed İbni Şirin ile bir gün Efendimiz’e dair sohbet ediyorlardı. İbni Şîrîn, efendisi Enes İbni Malik sayesinde Resûlullah’ın bir tel saçına sahip olduğunu söyledi. Böyle bir devleti elden kaçıran Abide es-Selmanî üzüntüsünü şöyle dile getirdi:

– Resûlullah’ın bir tel saçına sahip olmayı, yeryüzünün bütün altın ve gümüşlerine sahip olmaya tercih ederdim.

Abide es-Selmanî’nin gönül zenginliğini gösteren bu özlü sözler, büyük Türk alimi, şöhretli muhaddis ve tarihçi Zehebî’yi (ö. 748/1348) çok duygulandırmıştır. 23 ciltten meydana gelenSiyerü a’lami’n-nübela adlı eserinde (IV , 42-43) bu sözleri naklettikten sonra, büyük bir duygu seli halindeki hislerini şöyle dile getirmiştir:

”Resûlullah’ın bir tel saçını, insanların sahip olduğu bütün altın ve gümüşlere tercih eden Abîde’nin bu sözleri, doruk noktasındaki bir muhabbetin göstergesidir. O büyük alim, Hz. Peygamber’in vefatının üzerinden yalnızca elli sene geçmişken böyle söylerse, onun usülünden yedi yüz sene sonra şayet güvenli bir şekilde onun bir tel saçını veya pabucunun kayışını, yahut kesip attığı bir tırnağını, hatta su içtiği toprak kabın bir parçasını elde edecek olsak, acaba bizim ne söylememiz gerekir! Şayet zengin bir adam servetinin büyük bir kısmını böyle bir şeyi elde etmek için sarf etse, sen ona saçıp savuran veya akılsızca para harcayan biri gözüyle mi bakarsın? Hayır, hayır. Resulullah’ın mübarek elleriyle yaptığı Mescid-Nebevi’sini ziyaret edebilmek, onun aziz şehrinde Hücre-i saadet’inin yanı başında kendisine selam verebilmek için varını yoğunu harcamaktan çekinme! Medine’ye vardığında onun sevgili Uhud‘una doya doya bak ve onu sen de sev! Çünkü Uhud’u senin Peygamber’in aleyhisselam da çok severdi. Onunravzasına ve oturup kalktığı yerlere defalarca giderek ruhunu iyice doyurup kandırmaya gayret et! Zira Kainatın Efendisi olan o zatı canından, yavrundan, sahip olduğun her şeyden, kısacası bütün insanlardan, daha çok sevmedikçe mü’min olamazsın. Cenetten yeryüzüne inen o mübarek Hacerülesved’i öp! Kainatın Efendisi’nin öptüğü yeri öğrenerek oraya dudağını yapıştır! Cenab-ı Mevla’nın sana lütfettiği bu saadet sebebiyle haydi gözün aydın olsun. Dünyada bundan daha büyük bir bahtiyarlık yoktur. Şayet Resül-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in Hacerülesved’e doğru kaldırıp işaret ettiği, sonra da öptüğü bastonu bugün ele geçirmîş olsaydık, o bastonu görüp öpebilmek için bütün gayretimizi sarf etmemiz gerekirdi. Artık şunu kesin olarak biliyoruz ki, Hacerülesved’i öpmek, onun bastonunu ve pabucunu öpmekten daha değerli ve faziletlidir. Tabiî alimlerinden Sabit el-Bünani, Enes b. Malik‘i görünce elini tutar ve “bu el, Resulullah’ın eline dokunmuş bir eldir” diye öperdi. Böyle bir saadete nail olamadığımıza göre, biz de, bu taş, Peygamberimiz Efendimiz’in mübarek dudaklarının temas edip öptüğü ve Cenab-ı Hakk’ın yeryüzündeki sağ eli mesabesinde kabul ettiği muazzam bir taştır, demeliyiz. Şayet hacca gidememişsen, hacdan dönenlerden birini kucakla ve “bu ağız, sevgilim aleyhisselam’ın öptüğü taşı öpmüştür” diyerek sen de onun ağzını öp!”

Sevgili kardeşlerim, bu sözleri söyleyen Zehebî çok büyük bir İslam alimidir. Onun çoğu hadis ve tarih ilimlerine dair 215 adet kitabının bulunduğunu, yukarıda zikrettiğimiz 23 ciltlik kitabından başka, tanınmış şahsiyetlerle ilgili Tarîhu’l-İslam’ının 30 cildi bulacağını, bazı eserlerinin ikişer, üçer, dörder cilt olduğunu, üstelik bugün bunların İslamî ilimlerle uğraşanlar için vazgeçilmezliğini söylersem Zehebî‘nin büyüklüğü hakkında bir fikir vermiş sayılırım.

Böylesine önemli bir şahsiyetin Resulullah hasretini dile getiren, Peygamber-i Zişan’a ait herhangi bir şeye sahip olmak için dünyanın bütün altınlarını harcamanın israf olmayacağını vurgulayan sözlerini altın kelimesiyle nitelemenin yetersiz olduğunu ben de biliyorum. Ne yapalım ki, dünyanın en değerli geçer akçesi altındır.

Gözyaşıyla Beslenen Hayat

Peygamber Efendimiz’in hac farîzasını bize bütün tafsilatıyla anlatan hadis kitaplarımız, onun Mina’ya vardıktan sonra şeytan taşlama görevini yerine getirdiği, sonra yine orada berberemübarek saçının sağ ve sol taraflarından kestirdikten sonra bunları sahabilerine dağıttırdığı en muteber hadis kitaplarımızda kaydedilmektedir (Buharî, Vudü’ 33; Müslim, Hac 323-326; Tirmizi, Hac 73).

Hudeybiye Antlaşması yapıldığı sırada tıraş olan Gönüller Sultanı Efendimiz’in mübarek saçlarını ashabının nasıl kapıştığını gören Kureyş temsilcisinin nasıl şaşkına döndüğünü ve gördüğü bu manzarayı Mekke’ye vardığı zaman müşriklere derin bir hayret ve heyecanla nasıl anlattığını biliyoruz.

Ashab-ı kiram’ın Resûlullah Efendimiz’e ait bir şeye sahip olabilmeyi büyük bir nimet ve mazhariyet saymasına şaşmıyor, tam aksine bunu son derece tabii görüyor ve bu konuda, yukarıdaki sözlerini heyecanla okuduğumuz Zehebî gibi düşünüyoruz. Zira biz, Kainatın iftiharı Efendimiz’in “alemlere rahmet olarak gönderildiğini” belirten Kur’an ayetine bütün benliğimizle inanıyoruz. Alemlere rahmet olan bir varlığa ait şeylerin veya onun temas ettiği eşyanın o rahmetin izini, en azından kokusunu taşıdığını kabul ediyoruz. Onun bir insan olduğunu bilmekle baraber, herhangi bir insanda bulunmayan meziyetleri taşıdığını da biliyoruz.

Güzel dinimizi kafalarındaki dar kalıplardan ibaret zanneden, onun gönül ve duygu cephesine verdiği önemi görmek istemeyen kimseler gibi kuru, katı, duygusuz, maddi ve bu sebeple de kasvetli bir hayatı hiç mi hiç istemiyoruz. Sevginin, duygunun, hasret ve gözyaşının besleyip derinleştirdiği bir hayatı arzuluyor ve dünyadaki bütün insanların bu bahtiyarlığı tatmasını ve böylece yaşamanın farkına varmasını diliyoruz.

Bizi bu güzel duygulardan, bu aşk ve heyecandan ayırma ya Rabbî!… (Amin, ya Muin)