Yöneldim Kıbleye…

YYaşar Kandemir hocamızın 1989 Aralık ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 046, Sayfa: 006)

Sevmek bir san’attır, Amennâ, Rasûl-i Kibriyâ’ya, gönül vermiş bahtiyarların, kumru misali dem çekişlerine kulak kabartanlar, bunu hemen fark ederler. Onu sevmenin ve bu sevgiyi dile getirmenin bin bir çeşit yolunu görürler. Dilleri, renkleri, milliyetleri birbirinden farklı nice Resûlullah aşığı vardır. Onların engin sevgi dünyasını yansıtan muhabbet şiirleri, gül tomurcukları halinde boy atmıştır. Şuna inanıyorum ki, bizim aşık milletimizin engin gönül dünyasını aksettiren muhabbet gülleri, öteki kardeş milletlerin sevgi tomurcukları yanında yediveren olmuştur. Şairlerimizin Habîbullah Efendimize besledikleri derin sevgiyi arz edişleri, o güzeller güzelini vasf edişleri, onu görme, yanına yaklaşma, bir tebessüme nail olma, hiçbiri olmazsa eşiğinin tozuna yüz sürebilme hususundaki niyazları, nazları, hele şefaatine erebilmek için yalvarışları sevgi şiirlerinin şaheserlerini ortaya koymuştur.

“Ben sana mecburum”.

Minibüs edebiyatından olan “Ben sana mecburum” sözüne bayılıyorum. Bu söz neleri ifade etmiyor ki!.. Ben sana bağlanmak, seni sevmek zorundayım. Sensiz bir hayatı düşünmek bile mümkün değil, anlamındaki bu slogan, bir hayat tarzını ifade ediyor. Üzerinde iyice düşünülürse, Resulullah Efendimiz için kullanılan ve bir hadis-i şeriften alınmış olan “Habîbullah” sözünün de böyle bir hayat tarzını hatırlattığı görülür. Habîbullah, Allah’ın sevgilisi demek değil midir? O halde Vacibü’l-vücud hazretlerinin sevdiğini sevmek, insanlar için bir mecburiyet olmaz mı? Zaten Fahr-i alem efendimiz yemin ederek:

“Hiçbiriniz beni ana-babasından, çocuklarından, hatta bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe, iman etmiş olmaz” buyurmuyor mu? öyleyse Rasûlullah muhabbeti bizim için bir mecburiyettir; bir farz-ı ayındır.

Rüşenî (ö.l487) Nebiy-yi Muhterem Efendimize “Ma’şûk-ı Rahmânî (Allah’ın sevgilisi)” diye hitap ederek bu manayı ne güzel dile getirir:

Eya ma’şûk-ı Rahmani, ki farz-ı ayrı imiş aşkın

Sana âşık olan kimse, hemen Allah’a aşıktır

Yüce Mevla, bütün varlıkların en güzeli olarak yarattığı Habîb-i Ekrem’ine öylesine aşıktır ki, her şeyi onun uğrunda yarattığı gibi, bütün dünyayı ve dünyadaki her şeyi (dünya ve mafîhayı) onun yolunda (reh-güzârında) feda edebilir. Yenişehirli Avni Bey (ö.1883), bunu şöyle anlatıyor:

Sen ol mahbûbsun ki Hak Teala rehgüzârında

Eder dünya ve mafîhayı kurban ya Resûlallah

Bu gerçekler karşısında, aklı başında olan bir kimsenin yapacağı tek şey, oturup şöyle düşünmektir: Madem ki Habîb-i Ekrem hazretlerinin o eşsiz güzelliğine, “güzeli seven” Rabbim bile aşık olmuştur; o halde benim de, güzelliği ihtiyaç sahiplerinin kıblesi (kıble-i erbab-ı hacet) olan Rasûlullah aleyhisselam’ın yoluna girmem, peşine düşmem icabeder. Nitekim Neccarzade Şeyh Rıza da (ö.1744) öyle yaptığını söylüyor:

Hakikatte cemalin kıble-i erbab-ı hacettir

Yöneldim kıbleye uydum imama ya Rasûlullah

O güzeller güzelini sevmeye mecbur olduğumuzu söyledik ve bunun gerekçesinden kısaca söz ettik. Görüldü ki, bu mecburiyet, tıpkı burcu burcu kokan bir gülün yanından geçerken, o canım rayihasını ciğerlerimize doldurmaktan kendimizi alamamak gibi bir mecburiyettir. Bir bahar günü zümrüt ağaçların altında dolaşırken, muhrik nağmeleriyle cihanı velveleye veren bir bülbülün şakımasına kulağımızı tıkayamamak gibi bir mecburiyettir. Aslında o Seyyid-i Kainat’ ı, O Mefhari mevcudatı sevmek, sevmekten de öte ona kul köle olabilmek rütbenin en alasıdır. Peygamber sevgisiyle inlemekten bahtiyar olan aşk tutkunları (zar-ı müptelalar), onun yoluna yüz sürmeyi aşk derdinin yegane ilacı kabul ederler. On sekizinci yüzyılın büyük aşıklarından Nazîm, binlerce gönüldaşı gibi, Peygamber eşiğinin tozuna şöyle yüz sürüyor:

Gönül aşkınla zâr-ı müptelâdır yâ Rasûlullah
Yolunda baş île cânım fedadır yâ Rasûlullah

Eğer reddeylemezsen, dergeh-i arş âsitânında
Kul olmak rütbe-i izz ü alâdır yâ Rasûlullah

İşin altun eder yüzler süren dergâh-ı vâlâya
Gubâr-ı râh-ı kûyun kimyadır yâ Rasûlullah

Olaldan hasta-i aşkın hayât-ı câvidan buldu
Dil-i bîmârına derdin devâdır yâ Rasûlullah

Akarsular gibi dâim n’ola aksa firâkınla
Gözüm yaşı tükenmez mâcerâdır yâ Rasûlullah

Tabîb-i hastegânsın, şerbet-i lûtfun uzak tutma
Kapın âsîlere dârüşşifâdır yâ Rasûlullah

 

Aşk Derdinin İlacı.

Onun aşkıyla ağlamak Allah’ın bir lütfu, erişilmez bir bahtiyarlıktır. Asıl felaket, onun uğrunda gözyaşı dökememektir. Habîb-i Kibriyanın aşkıyla ağlamayan gözün, ağlanacak halde olduğunu, ondan ayrı kalmanın üzüntüsüyle (gab-ı hicriyle) yanıp kavrulmayan gönlün, yanıp kül olacak durumda bulunduğunu İffet Efendi ne güzel anlatır:

Ağlasın ol dîde ki, aşkınla giryân olmaya

Yansın ol dil ki, gam-ı hicrinle sûzân olmaya

Peygamber aşkıyla ağlayan, onun hasretiyle yüreklerini dağlayanların başında Ashab-ı Kiram gelir. Ashabın başında da şüphesiz HzEbu Bekir yer alır. Zaten gözyaşlarına hiç hakim olamayan bu aşık, daha Efendimizin sağlığında Peygamber hasretiyle ağlama sünnetini ortaya koyan kişidir.

Ebû Said el-Hudrî diyor ki:

Nebiy-yi Ekrem (sallallahü aleyhi ve sellem) son hastalığında hutbeye çıktı. Söze şöyle başladı: Allah Teâlâ bir kuluna dedi ki: Dünya ile benim yanımda bulunan nimetler arasında bir seçim yap!. O kul da Allah’ın yanındaki nimetleri tercih etti. Hz. Peygamber böyle der demez Ebu Bekir ağlamaya başladı. Ben ona bakarak şöyle düşündüm:

” Allah Allah! Cenab-ı Mevla’nın, dünya ile kendi yanında bulunan nimetler arasında, bir kulu serbest bırakmasında, onun da Allah katında olanı seçmesinde ne var ki, bu ihtiyar böyle ağlıyor?”. Meğer o seçimde serbest bırakılan kul Rasûlullah Efendimizmiş!

Ebü Bekir durumu hepimizden daha iyi kavramış. Hz. Peygamber’in, Rabbine kavuşmak üzere olduğunu anlamış, İşte o zaman Resul-i Ekrem efendimiz Ebu Bekir’in ağladığını görünce:

– “Ebu Bekir, ağlama!” diye onu teselli etti. Arkadaşlık hususunda, malını Allah yolunda esirgemeden harcama konusunda onun yaptığı fedakarlığı dile getirdi. “Ümmetimden birini kendime dost edinseydim, Ebü Bekir’i edinirdim!” diye ona iltifat etti.

Rasûlullah hasretiyle ağlayanlar arasında Abdullah bin Ömer’in ayrı bir yeri vardır. Hz. Peygamber’in kayınbiraderi olma bahtiyarlığına da ermiş bulunan İbni Ömer, Fahri Kainat Efendimizi her andıkça ağlardı. Onunla beraber dolaştıkları tozlu yolarda yürür, onunla birlikte oturdukları ağaçların altında oturur, hatta kurumasın diye bu ağaçları sulardı. Bu esnada gözyaşları onu o güzel günlere götüren bir köprü gibiydi. Dünyada bir daha geri dönmesi mümkün olmayan mutlu günlerin hatırasıyla ahirette yeniden birbirlerine kavuşacakları o eşsiz zamanların hayaliyle avunmaya çalışırdı.

Peygamber aşkıyla ağlamanın, aşk derdinin yegane ilacı olduğunu asırlar boyu dile getiren aşıkların son temsilcilerinden biri merhum hocamız, Yamandede diye tanınan Abdülkadir Keçeoğlu’ydu (ö.1962). Onun ihtida edip İslâmiyetle kucaklaşması ayrı bir bahistir. Sınıfımıza girdiği zaman ağlamaya başladı. Bir saat boyunca Yüksek İslâm Enstitüsü’nde hocalık yapmanın, kendisi için ne büyük bir bahtiyarlık olduğunu gözyaşlarıyla anlattı durdu. Yamandede’nin derin aşkının çok güzel mahsulleri vardır. Sohbetimizi onun Peygamber Sevgisini dile getiren ve “güzel yüzünle beni sevindir (cemâlinle ferahnak et)” diye inleyen uzun na’tinin bazı kıt’aları ile bitirelim.

Gönül hûn oldu şevkinden, boyandım yâ Rasûlullah
Nasıl bilmem, bu nîrâna dayandım yâ Resûlullah
Ezel bezminde bir dinmez figandım yâ Rasûlullah
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlullah

Susuz kalsam, yanan çöllerde can versem elem duymam
Yanardağlar yanar bağrımda, ummanlarda nem duymam
Alevler yağsa göklerden ve ben masseylesem duymam
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlullah

Ne devlettir yumup aşkınla göz, râhında can vermek
Nasîb olmaz mı Sultânım, haremgâhında can vermek
Sönerken gözlerim âsân olur âhında can vermek
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlullah