Şeyhzade Ahmed Efendi’nin Ardından

YYaşar Kandemir hocamızın 2002 Şubat ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 192 Sayfa: 036)

Yozgat’ın ulu çınarı devrildi. Şeyhzâde Ahmed Efendi’nin vefatıyla (7.1.2002) Yozgatlılar öksüz kaldı. Koca bir şehir onun varlığıyla iftihar eder, gölgesini üzerinde hissetmenin huzurunu duyardı. Bir tarafını çamlığın öptüğü evi, onu sevenlerin sığınağı gibiydi. Bu sade ve mütevazı ev özellikle bayramlarda dolar, taşar; yaşlılar, gençler, çocuklar onun mübarek elini öpmenin hazzını yaşardı.

8.1.2002 tarihinde, ecdadının da medfun olduğu Şeyhzâde Camii’nin bitişiğindeki türbede Hakk’ın rahmetine tevdi edilen Ahmed Şevki Ergin Efendi 1906’da (1322) Yozgat’ta doğdu. On altı yıl köy öğretmenliği, bir süre gezici başöğretmenlik yaptıktan sonra Yozgat Milli Eğitim Müdürlüğü’nün çeşitli bürolarında çalıştı. Kırk yedi yıllık hizmeti geride bırakıp altmış beş yaşında emekli oldu (1971). Dedesi Büyük Şeyh Hacı Ahmed Efendi tarafından yaptırılan ve onun adıyla anılan camide 1942’den 1987’ye kadar fahrî imamlık yaptı. Bir kültür yuvası olan bu câmide onun arkasında cuma namazı kılmak ve gönül okşayan derûnî sesiyle irticâlen yaptığı veciz hutbeleri dinlemek ayrı bir mazhariyetti.

Şeyhzâde Ahmed Efendi dinî ve mânevî ilimlerde kendini çok iyi yetiştirmiş olan, Arapça ve Farsça’yı iyi derecede bilen bir din ve mâneviyât büyüğümüzdü. Gençlik yıllarında “Şevkiyâ” mahlasıyla hece ve aruz vezinlerinde şiirler yazmış, fakat daha sonra buna devam etmemişti. Okumayı çok sever, herkesi okumaya ve insanlara faydalı olmaya teşvik ederdi.

Onun kâmil kişiliği ve engin müsamahası, dinî hayatı olmayanları bile kendine kolayca yaklaştırır, herkesle rahat konuşup anlaşırdı. Tebessüm eksik olmayan aydınlık yüzü insanları kendine çekerdi. Geçtiği yolda onu görenler, hatta haylaz ve yaramaz olanlar bile, vereceği selâmla şereflenmek üzere hemen kenara çekilip saygı duruşuna geçerlerdi.

1953 yılında Yozgat İmam-Hatip Okulu’nun açılmasında büyük gayreti ve himmeti olan Şeyhzâde Ahmed Efendi, bu irfan yuvasının ilk hocalarından biriydi. Halkın adını bile duymadığı, çocuklarına ne kazandıracağını bilemediği bir okulu onun sahiplenmesi, velilerin tereddüdünü giderirdi. Kısacası Konyalıların Hacı Veyiszâde Mustafa Efendisi neyse, Yozgatlıların Şeyhzâde Ahmed Efendisi de oydu.

Yozgat İmam-Hatip Okulu’nun bir numaralı öğrencisi olan bu fakir de onun feyzinden nasiplendi. Bize okuttuğu Akaid, Siyer ve Ahlâk derslerini öğrencileri âdeta iple çeker, aynı zamanda “Hoca efendi kalpten geçeni bilirmiş” diyerek herkes kendine çeki düzen verirdi. Her Allah deyişinde vücudunun titremesi bizi hayrete düşürür, ona olan saygı ve hayranlığımızı artırırdı. Bazı kimseler, öğrencilerinin onun karşısındaki müeddeb tavrını görseler, ashâb-ı kirâmın, Peygamberler Sultanı’nın huzurunda, başlarında birer kuş varmışçasına sükûnetle oturmalarını anlamakta zorluk çekmezlerdi. Bizim gibi köylü çocukları istemeden edep dışı bir hareket yapsa bile, o tatlı ve gönül okşayıcı üslûbuyla yaralamadan ikaz eder, doğrusunu öğretirdi.

Benim bir şansım daha vardı. Sınıf arkadaşım olan oğlu Ali Şâkir Bey’le gönüllerimiz kaynaştığı için, bazı günler birlikte hocamın evine gider, alt kattaki müstakil odasında arkadaşımdan kitap ciltlemek gibi mârifetler öğrenir, geniş bahçenin meyvelerinden faydalanır, havuzunda çimer, kısacası hocamın yakınında bulunmanın ayrıcalığını ve bahtiyarlığını tadardım.

Merhum hocam lise kısmında derslerimize gelmeyince, bu eksikliği telâfi etmek üzere hemen her pazar Şeyhzâde Camii’ne gider, hocamın arkasında ikindi namazını huşû içinde edâ eder, namazdan sonra, eve geçiş kapısının önünde bekleyenlerle birlikteelini öper, “Bahçeye buyurun” demesini hasretle beklerdim. Namazdan sonra havuz başında devam eden sohbetin tadına doyamazdım. Büyük insanlardan bizzat gördüğü kerâmetlerden bahsetmesinden büyük haz duyardım. “Çok adam gördük, ama adam olamadık, oğlum” deyişindeki derin tevazua bayılırdım. Belki de bu sebeple olacak, günümüzde “Fazla tevazu gösterme, öyle zannederler” diyenleri hiçbir zaman anlayamadım.

İstanbul Yüksek İslâm Enstitisü’nde tahsile başladığımda (1960), hangi dersleri kimlerden okuduğumuzu sorup öğrenirken, İslâm Sanatları Tarihi dersimize Ömer Kirazoğlu’nun geldiğini duyunca memnun oldu; onun Mahmud Sâmi Ramazanoğlu Efendi’nin damadı olduğunu, Efendi Hazretlerine selâmını götürmemi, Ömer Bey’in bu konuda bana yardımcı olacağını söyledi. Uzun süre bu iki büyük insanın birbirlerine gönderdikleri selâmı taşıma bahtiyarlığına erdim.

*    *    *

Gönül serinletmekte pek mâhir olan hocamla bir gün evinin küçücük avlusunda oturmuştuk. Rahatsız olan kızlarımın sağlık durumunu sorduktan sonra, sırtımdaki ağır yükü daha kolay taşımama yardım eden şu özlü kıssayı anlattı:

“Padişahla veziri tebdîl-i kıyafet edip memleketi dolaşmaya çıkmışlar. Bir gün padişah su istediğinde, vezir sularının tükendiğini söylemiş, hararetini teskin etsin diye bir salatalık soyup ikrâm etmiş. Padişah salatalığı ısırıp da zehir gibi acı olduğunu görünce öfkeyle vezire uzatmış; “Al, sen ye!” demiş. Onun yüzünü bile buruşturmadan salatalığı yediğini görünce hayret etmiş. “Acı değil mi?” diye sormuş padişah. Vezir boyun bükmüş: “Acı ama padişahım, sen ye buyurdun” demiş.

Bir defasında arkadaşlarımla birlikte Nevevî’nin Riyâzü’s-sâlihîn’ini tercüme ve şerh ettiğimizi haber vermiştim. Buna çok sevindi. Daha sonraki görüşmelerimizde, ısrarla bu çalışmanın ne durumda olduğunu sorup bilgi aldı. Bu eserin te’lifi yedi yıl sürdüğü için, ona hocamın âfiyette olduğu yıllarda mübarek ellerini öptürmek nasip olmadı. Çünkü hocam hayatının son on yılında rahatsızlandı ve bakıma muhtaç oldu; gönüllere nüfuz eden gözleri görmez, kulakları duymaz ve kimseyi tanımaz olup yatağa bağlandı. Bazı büyüklerimizin yaptığı gibi, acaba o da, adını andıkça titrediği Allah’ın huzuruna sorgu ehliyeti olmadan çıkabilmek için dua mı etmişti?

Cenâb-ı Mevlâ’dan, rahmetini Şeyh Ahmed Ergin Efendi hazretlerinin üzerine yağdırmasını, bizi de onun şefaatine nâil eylemesini niyâz ederim.

Bir Altınoluk Dostu Ahirete Göçtü

Karapınar’da hizmet ehli, fukara dostu, Altınoluk’un 16 yıllık vefalı temsilcisi ve okuyucusuMuzaffer Dilek ağabeyizimizi de dâr-ı bekaya uğurladık.

H.Muzaffer Dilek, 1932’de Karapınar’da doğmuş, yetim büyümüş, çobanlık yapmış çilekeş insandı. 1975 Yılından sonra Allah dostlarının terbiyesine girmiş. İlim meclislerini çok sever büyüklerinin nasihatlarını dikkatle dinler ve uygulardı.

Hayra Hizmet Vakfın‘da uzun yıllar çalıştı. Kız İmam Hatip Lisesinin yapılmasına öncülük etti. İmam-Hatip Lisesi Derneğinde çalıştı. İmam-Hatip Lisesine ikinci binayı kazandırdı. Fakirleri çok gözetirdi. Kendisinde yoksa Konya’dan temin ettiği yiyecek ve giyecekleri onlara dağıtırdı. Altınoluk’la çıkışından bu yana birlikte oldu, onu iyi okur, “Altınoluk’u iyi okuyan üniversite bitirmiş kadar kültüre sahip olur” derdi. Karapınar’da pek çok insanı Altınoluk ile tanıştırdı. Dürüst, mert, itikadi sağlam dindar kimseleri çok severdi. Birisi ile tanıştırılırken (itikadı inancı iyi mi anlamında) “Ciğeri sağlam mı?” diye sorardı.

Merhuma Allah’tan Rahmet, yakınlarına sabr-ı cemîl diliyoruz.