Sevginin Gücü

YYaşar Kandemir hocamızın 2001 Şubat ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 180 Sayfa: 028)

Kur’ân-ı Kerîm bizim güneşimizdir. En tepede o vardır. Dinin esasını o teşkil eder. O olmadan İslâmiyet’ten söz edilemez. Çünkü Kur’an Allah’ın kitabıdır. Bize dünyayı, dünyaya niçin geldiğimizi, Allah’ın bizden neler beklediğini, daha sonraki hayatımızı başlıca yönleriyle o öğretir.

O güneşin altında, ışığını yine ondan alarak gönül dünyamızı aydınlatan hadîs-i şerifler vardır. Hadislerin görevi Kur’an’ı açıklayıp tefsir etmek ve o güneşin gölgede bıraktığı bazı hususlara açıklık getirmektir.

Güneşin ve ayın altında ise, onları omuzlarında taşıyan yıldızlar, yani Allah’ın kitabını, Peygamber’in sözlerini ve yaşayış tarzını bizlere aktaran ashâb-ı kirâm efendilerimiz vardır. Onların sayısı yüz binden fazla olmakla beraber, Kur’an’ı ve hadisleri daha sonraki nesillere aktarma görevini üstlenenlerin sayısı bin kadardır.

Hepimizin bildiği gibi son peygamberden önceki Allah elçileri sadece kendi kavimlerine gönderilmişlerdi. Son peygamber ise hem kendi devrinde yaşayanlara hem de kıyamete kadar gelecek insanlara gönderilmişti. İşte bu sebeple onun durumu daha öncekilerden çok farklıydı. Son Peygamber’in getirdiği dini ondan öğrenip daha sonrakilere aktaracak kimselerin yani ashâb-ı kirâmın Allah’ın en bahtiyar kulları olduğunu söylemek bir gerçeğin ifadesidir. Bu kutlu neslin Kur’ân-ı Kerîm’i bize sapasağlam getirdiğinde hiçbir müslümanın şüphesi yoktur. Bu konuda şüphesi olanlara sevginin gücünü, sevenin sevgili için neler yapabileceğini hatırlatmak gerekir. Onlar hadîs-i şerifleri de büyük bir titizlikle öğrenip aktarmışlardır. “Sevdâlarda bet bereket kalmadığı” bir zamanda yaşayanlara, gerçek sevgiyi tanımayanlara ve onun gücünü bilmeyenlere bunu anlatmak kolay olmasa bile, gönlü Peygamber sevgisiyle ışıldayanların anlaması bize yeter. Günümüzün insanına sevgi ve sevdâ kelimelerinin ne fısıldadığını tam olarak bilemiyorum. Bugün birbirine cinsel duygularla bağlanan ve bu basit ilişkiyi “hoşlanmak” gibi daha gerçekçi bir ifadeyle anlatmak yerine “aşk” gibi asil bir duyguyu merhametsizce katl ve isrâf eden kimselere Peygamber aşkını anlatmanın mümkün olacağını da sanmıyorum.

Esasen bir kimse sevginin gücünü bilse, ashâb-ı kirâmı tanısa, onların Hz. Peygamber’i nasıl sevdiğini öğrense, o eşsiz neslin hadisleri duydukları gibi aktarma hususunda nasıl titizlik gösterdiklerinde hiçbir şüphesi kalmaz. Biz yine de “ölüden diriyi çıkaran” Cenâb-ı Mevlâ’nın sonsuz kudretine sığınarak bu konuda birkaç misâl arzetmeye çalışalım.

Aşktan da Üstün

Dünyada hiçbir insan Resûl-i Ekrem kadar sevilmemiş, hiçbir kimse de bir Allah’ın kulunu ashâb-ı kirâmın Resûlullah’ı sevdiği gibi sevememiştir. Hicret gecesinde Hz. Ali’nin durumunu hatırlayalım. Bu Peygamber âşığı, Mekkeli gözü dönmüş eşkiyâ takımının Peygamber’in kapısı önünde, ellerindeki kılıçlar hep birden ona saplamak üzere beklemekte olduğunu gözleriyle görmüştü. Buna rağmen Allah’ın Resûlü’nü kurtarmak için canını ortaya koyarak onun yatağına girip yatmıştı. Kâinâta rahmet olarak gönderilen bir insanı kurtarmak için can vermek kadar yüce bir ?eref olabilir miydi?

Hicret yolundaki Hz. Ebû Bekir’i düşünelim. Geceleyin Sevr Mağarası’na vardıklarında, Resûlullah’tan önce mağaraya dalmıştı; zira gecenin bu saatinde içeride her türlü vahşi hayvan, yılan ve akrep bulunabilirdi. Hz. Ebû Bekir Allah’ın Resûlü’ne gelebilecek bir zararı bizzat göğüslemek istemişti. Mağaradan çıkıp giderlerken İslâm düşmanlarının her yerde bulunabileceğini dikkate alarak Peygamber-i Zîşân’ın bir önüne, bir arkasına geçmeye, gelebilecek tehlikeye göre onun bir sağında, bir solunda yer almaya başlamıştı. Onun bu tutumu Resûl-i Ekrem’i hayretler içinde bırakmıştı.

Muhtelif savaşlarda Peygamber aleyhisselâm’ın mübarek vücudunu düşman saldırısından korumak için ashâb-ı kirâmın kendi vücutlarını ona nasıl siper ettikleri bilinen bir gerçektir. Müslümanların bir ara bozguna uğradığı Uhud savaşında göğsünü Resûlullah’a siper eden, ona atılan okları eliyle, koluyla savuşturan ve bu sebeple çolak kalan, attığı sayısız oklar yüzünden elinde üç yay kırılan Talha b. Ubeydullah’ı gözümüzün önüne getirelim. Bu Peygamber âşığı “Kurbanın olayım ey Allah’ın Resûlü, ne olur uzanıp bakma, düşmanın oku bir yerine değmesin! Oklar sana değeceğine bana değsin” diye yalvarması (Buhâr’i, Menâkıbü’l-ensâr 18, Fezâilü ashâbi’n-nebî 14; Müslim, Cihâd 136) aşktan da üstün değil midir? Demekki cennetle müjdelenen on kişiden biri olmak o kadar ucuz bir şey değilmiş!

Hudeybiye Antlaşması’nda Mekkeli müşrikleri temsil eden Urve İbni Mes‘ûd ashâb-ı kirâmın Resûlullah’ı nasıl sevdiğini görünce küçük dilini yuta yazmış, müşâhede ettiklerini Mekkelilere şöyle anlatmıştı:

– Ey ahâlî! Şimdiye kadar birçok padişahın huzurunda sizi temsil ettim. Rum imparatoru Kayser’in, İran hükümdarı Kisrâ’nın, Habeşistan kralı Necâşî’nin huzuruna çıktım. Bu saydıklarımdan hiç birinin yakınları, Muhammed’in ashâbının ona gösterdikleri saygıyı göstermiyorlardı. Muhammed’in ashâbı, onun tükrüğünü bile yere düşürmüyorlar; onu alıp yüzlerine, vücutlarına sürüyorlar. Kendilerine birşey emredince, buyruğunu yapmak için yerlerinden fırlıyorlar. Abdest aldığı zaman, vücuduna temas eden sudan bir miktar alabilmek için birbirleriyle âdeta kavga ediyorlar. O konuşmaya başlayınca, seslerini kısıp can kulağıyla dinliyorlar. Ona duydukları muazzam saygıdan dolayı başlarını kaldırıp da yüzüne rahatça bakamıyorlar (Buhârî, Şurût 15).

Ashâbın Peygamber sevgisini bu hayret ve şaşkınlık dolu ifadelerle anlatan şahsın bir gayri müslim olması bizim için daha da önemlidir. Çünkü hiç kimse sevmediği, hatta nefret ettiği kimselerin lehinde konuşmak istemez.

Sevginin Yörüngesi

Şüphesiz her devirde sevenler ve sevilenler olmuştur. Sevgilerin gücü aynı olmasa da, kıyamete kadar insanlar birbirini sevecek ve sevileceklerdir. Çünkü sevgiyi yaratıp yüzde birini yeryüzüne indiren Yüce Kudret böyle istemektedir. Yörüngesine oturan sevgiler yüceldiği, mecrasını bulamayan sevgilerin çıldırdığı görülmektedir. Sevdiği bir artist, bir futbolcu, bir şarkıcı için gözyaşı döken, hatta onlara deli divane olan kızları, oğlanları televizyonda görmüş olmalısınız. Hayranı olduğu bir türkücüye sevgisini göstermek için deliler gibi feryat edip göğsüne jilet atanları görünce belki siz de benim gibi “Bu ne sevgi ââh!” diye hayretler içinde kalmışsınızdır. Gerçek sevgiyi yitiren bu tâlihsiz insanlar sevdikleri için ağlayıp feryat etmekle kalmamakta, sevdikleriyle ilgili hemen her şeyi bütün ayrıntılarıyla bilmektedirler. Taraftarı oldukları spor kulübünün, eski ve yeni bütün oyuncularının özelliklerini, zafer ve yenilgilerini bir sûre gibi ezbere bilen parmak kadar çocukları mutlaka görmüşsünüzdür.

Evet, sevgi deyip geçmeyelim. Bugün insanlar güzel şarkı söylemek, topa iyi vurmak gibi özellikleri dolayısıyla bu kadar çok sevilebiliyorsa, insanlara Allah’ın buyruğunu getirmek ve onları alıp cennete götürmek üzere görevlendirilen ve kâinata rahmet olarak gönderilen bir Peygamber acaba kaç misli daha çok sevilmeyi hakeder? Söylediklerini öğrenip nakletmek ve yaptıklarını aynen yapmak ibadet sayılan bir Peygamberle aynı çağda yaşayan kimselerin, sonra da onların çocuklarının o Rahmet Peygamberini canlarından daha çok sevmek, onun hadislerini öğrenip ezberlemek için daha haklı ve güçlü gerekçeleri yok muydu?

Bir devirde insanların ilgisi neye yönelikse, sevgi, çaba ve gayretleri de ona yöneliktir. Bugün insanların kalbini bir artist, bir futbolcu, bir şarkıcı sevgisi böylesine hoplatıyorsa, Allah ve Peygamber aşkından başka bir sevgiye gönüllerinde yer vermeyenlerin, “Efendim” diye sarıldığı bir Peygamber’in hadislerini aynen öğrenip nakletmek için sonsuz bir çaba sarfetmeleri pek tabii değil midir? Hele o Peygamber “Benim sözlerimi öğrenip aynen aktaran kimsenin yüzünü Allah ak etsin” diye dua etmişse, onun sevgisini dünyalara değişmeyenlerin, yüzlerini ak etmek ve bu duayı haketmek için hadisleri aynen aktarmaya çalışmalarında şaşılacak ne vardır?

Hadislerin bize sapasağlam geldiğini ilmî delillerle öğrenmek isteyenler aradıklarını usûl-i hadis türü kitaplarda bulabilirler. Ama sevginin gücüne inananların başka delil aramaya ihtiyaçları yoktur.