Peygamber Hasreti

YYaşar Kandemir hocamızın 1989 Ağustos ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 042, Sayfa: 006)

Sevginin ifadesi, sevenler kadar çok ve değişiktir. Resûlullah aleyhi’ssalatü ve’s- selam’ın âşıkları da canlısından cansızına varıncaya kadar sayısız olduğu için, ona duydukları sevgiyi farklı şekillerde ifade etmişlerdir. Hanînü’l-ciz’=kütüğün inlemesi diye bilinen hadis-i şerifte, onun hasretine dayanamayıp inleyen bir kütüğün insana gözyaşları döktüren macerası anlatılır. Bu hadis-i şerif o kadar çok sahabîden, o kadar çok hadis kitabında rivayet edilmiştir ki, Beyhakî, Kadî İyaz ve İbni Hacer Askalanî gibi büyük alim ve muhaddisler onun mütevatir olduğunu söylemişlerdir (bk. Tecrit Tercümesi, III. 75-79). Olay şöyle cereyan etmiştir. Hazreti Peygamber ilk zamanlar Mescid-i Nebevî’de bir hurma kütüğüne yaslanarak konuşurdu. Daha sonraları, kölesi marangoz olan bir sahabî hanımdan kendine bir minber yaptırmasını istedi. Minber yapıldı. Mescid’deki yerine kondu. Resûl-i ekrem (s.a.) bu minberin üzerine çıkarak bir konuşma yaptı. İşte bu sırada, eskiden Resûl-i kibriya efendimizin kendine dayanarak hutbe okuduğu kütüğün, tıpkı doğumu yaklaşmış gebe develer gibi inim inim inlediği duyuldu. Fahr-i kainat efendimiz minberden indi; mübarek eliyle kütüğü okşayınca (bir başka rivayete göre: kucaklayınca) tıpkı teskin edilen bir çocuk gibi iniltisi yavaş yavaş dindi. Sahabîler duydukları bu sesi sezişlerine göre yorumlamışlar, kütüğün sesini kimi deve iniltisine, kimi bir öküzün böğürmesine, kimi de bir çocuğun feryadına benzetmişlerdir.

Büyük muhaddis, büyük âşık Hasen-i Basrî hazretleri Kütüğün inlemesi hadisini etrafındakilere rivayet ettikten sonra ağlar ve şöyle derdi:

Ey müslümanlar! Kütük bile Resûlullah hasretiyle inliyor, onu özlüyor. Resûlullah’a kavuşmayı arzu eden kimselerin onu daha çok özlemesi gerekmez mi?.. (Beyhaki.II.559l)

Ne kadar yerinde bir uyarı! İnsanı insan yapan gönül zenginliğidir; Allah, Resûlullah aşkıdır. Onlara ve onların yolunda gidenlere duyduğu bağlılık, hasret ve özlemdir.

Son devir Resûlullah aşıklarından Babanzade Ahmed Naim Bey, Tecrit Tercümesi’nde bu olayı anlattıktan sonra konuyu şu sözlerle bitirmiştir:

Resûl-i Hüdâ ve İmamü’1-hüdâ Muhammed Mustafa sallallahü aleyhi ve sellem efendimize bir cemâdın iştiyâkı bu mertebe olursa, o nûr-ı musaffanın lika-yi cemaline bir mü’min-i muvahidin iştiyakı ne kadar olmalı? Varın kıyas edin! “Fa’ tebirû…” (Cenab-ı Hakk’ın elçisi, hidayet önderi Muhammed Mustafa (s.a.) efendimizi cansız bir varlık bu derece özlerse, o saf nurun eşsiz güzelliğini görmek için Allah’ın birliğine inanan bir mü’min acaba ne kadar hasret duymalıdır? Varın kıyas edin! Ve bundan ibret alın!…)

Rasûl-i muhteremin seçkin ashabı, ona, onun güzel simasına daha yanı başlarında iken bile hasrettiler. Allah Resûlüne besledikleri derin saygıdan dolayı, başlarını kaldırıp da mübarek yüzüne doyasıya bakamayanlar bulunduğu gibi Abdullah b. Ebî Müstaka gibi bir vesile bulup da gül kokulu vücuduna dokunmak için can atanlar da vardı:

Veda Haccı esnasındaydı. Efendimizin etrafını on binlerce insan çepe çevre kuşatmıştı. O Nur Heykeli devesinin üzerinde dimdik oturmaktaydı. Abdullah bin Ebî Müstaka onun yanına kadar sokuldu. Rasûl-i muhteremin mübarek dizinin beyazlığı Abdullah’ın dikkatini çekti. Onun ifadesiyle bu mübarek diz, hurma ağaçları henüz meyvaya durmadan önce onların en süt kısımlarında bulunan “hurma göbeği” gibi bembeyazdı. Abdullah daha fazla dayanamayıp sarılıverdi. Rasûlullah efendimiz onun bu davranışını doğru bulmamış olmalı ki, elindeki kamçıyla ona vurdu.

Abdullah şakacı bir tabiata sahipti:

-Kısas isterim, ya Rasûlallah! diye öne atıldı.

Diğer sahabîler hayret ve şaşkınlık içinde Abdullah’a bakarken, Rasûl-i Ekrem efendimiz elindeki kamçıyı ona uzattı.

Abdullah kamçıya değil Rasûlullah’ın bacağına ve ayağına sarıldı; biraz önce yarım kalan muradına nail olarak o nurdan ayakları doya doya öptü.

Aşıklar işte böyledir. Kimi aşkını gönlünün derinliklerinde saklamayı tercih ettiğinden dolayı, sevgiliye olan üstün saygısı sebebiyle onun yüzüne doya doya bakamaz veya geriden seyretmekle yetinir. Kimi de Abdullah bin Ebî Müstaka ve Useyd bin Hudayr gibi sevgilisinin yanı başında ona hasret çektiği için, mübarek tenine dokunmadan edemez.

Onun eşsiz güzelliğini devamlı surette görüp de Abdullah gibi davranmamak için kendine hakim olanları aslında takdir etmek lazımdır. Çünkü Cenab-ı Peygamberler’in güzelliği, görenleri kendine meftûn edecek bir cazibeye sahipti. Bakınız Ashab-ı Kiram’-dan Cabir bin Sümere (r.a.) ne diyor:

-Masmavi, berrak bir gecede Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemi gördüm. Üzerinde kırmızı bir elbise vardı. Bir aya, bir de dönüp onun yüzüne baktım. Emin olun ki, o aydan daha parlak, daha güzeldi.

Cabir b. Semüre‘nin o güzelim ifadesindeki inceliği iyi kavramak lazım. Bu Resûlullah aşığı onun güzelliğini aya benzetmiyor; mübarek yüzü ay gibi parlaktı, demiyor. Aydan daha güzel olduğunu söylüyor.

Ona gönül bağlama bahtiyarlığına erenler, eşsiz güzelliğini hiçbir zaman ay ile mukayese etmemişlerdir. Buna aşık gönülleri razı olmamıştır. Şair böyle bir teşbihe yeltenecek olanlara bakınız ne diyor:

Seni teşbîh-i mihr ü mâh eden nâdân u ebterdir.
Güneş sensin ki zerrâtın nebîlerle velîlerdir.

(Ya Rasûlallah! Seni güneşe, aya benzeten, cahil ve kaba bir kimsedir. Asıl güneş sensin ki, zerrelerin peygamberlerle velilerdir.)

Burada sahabî hanımların ileri gelenlerinden Rubeyyi’ binti Muavviz radıyallahu anha’ya kulak verelim. Bu hanım, Hudeybiye’de, ağaç altında Resûlullah’a bîat eden bahtiyarlardan biridir. Onunla birlikte savaşlara katılmış, bu savaşlarda hastaları tedavi etmiş, şehitleri Medine’ye taşımıştır. Gelin olduğu gecenin sabahı Hz. Peygamber onu tebrike gelmiş, yatağına oturarak sohbet etmiştir. İşte bu hanıma, Ammar bin Yasir’in torunu Ebû Ubeyde Hz. Peygamber’i soruyor. Onu kendine anlatmasını istiyor. Rubeyyi’nin söylediği söz şudur:

Yavrum! Şayet onu görmüş olsaydın, doğan güneş zannederdin…

“Güneş sensin ki…” diyen şair ne kadar haklıymış, değil mi? O doğan güneşin eşsiz güzelliği yanında ayın ne hükmü olur ki?

Ziya Paşa’ya:

-Sen kudretli bir şairsin. Neden sen de Süleyman Çelebi gibi bir mevlit yazmıyorsun? diye soruyorlar.

Ziya Paşa şu cevabı veriyor:

-Süleyman Çelebi’nin mevlidinde bir mısra var. Hz. Peygamberi tarif ve tasvir etmek için o mısradan daha mükemmelini söylemek kimsenin haddi değildir. Onun için yazmaya cesaret edemiyorum. O mısra da şudur:

“Bir acep nur, kim güneş pervanesi..”

(Hz. Peygamber öyle muazzam bir nurdur ki, güneş bile onun etrafında pervanedir.)

Peygamber aşıkları Fahr-i kainat efendimize duydukları derin muhabbeti, kendilerine has bir dille ifade ettikleri için, onların kullandığı zengin ifade ve üslubu kavrayabilmek bu satırların hem yazarı ve benzerleri için hiç de kolay olmuyor. Geçenlerde hemşehrim, Yozgatlı Hüznî’nin (1879-1936) Divanını okuyordum. “Destan” başlığını taşıyan şiirini okumaya başlayınca, sevgilisinin güzelliğini amma da abartmış dedim. Destan şöyle başlıyordu:

Kızarmış ruhların kudret elması
Ma’cûn-i Lokman’ı değer gözlerin
Kaşlar cellad gözler hayat çeşmesi
Taht-ı Süleyman’ı değer gözlerin

On beşinci kıt’aya gelinceye kadar onun asıl maksadını anlayamadım. Kıt’a şöyleydi:

“Mâzâğâ’l-basar”dır na’t-ı şerifin
Bir nûr-ı Huda’dır cism-i latîfin
“Ve’ş-şemsi ve’d-duhâ” hüsn-i zarifin
Ol arşı’r-Rahman’ı değer gözlerin

On altıncı kıt’a bu şiirin bir na’t-ı şerîf olduğunu iyice pekiştiriyordu:

Mîm-i muhabbetten ismin aşikar
Cemal-i pakine Yusuf perdedar
Dünya ve ahiret anda her ne var
Mahlûk-ı Yezdan’ı değer gözlerin

O zaman anladım ki, kuş resminin altına “Bu bir kuş resmidir” diye yazanlar pek de haksız değilmiş. Hatta bazıları için böyle yapmak bir zaruretmiş.

Mübarek cemalini görenlerin gül yüzüne aşık olduğu, hasretine cansız varlıkların bile dayanamadığı, güzelliği yanında ayın dahi sönük kaldığı Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem’i görme bahtiyarlığına eremedik. Ayağına yüz süremedik. Yüce Rabbimizden bizi hiç değilse onu özlemek, ona hasret çekmek bahtiyarlığından mahrum etmemesini niyaz edelim.