Onun Yardımcısı Allah’tı

YYaşar Kandemir hocamızın 1999 Kasım ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 165 Sayfa: 024)

Rabbimizin habîbi, gönlümüzün tabibi Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’ın övüpte yarattığı aziz bir insandı. Kâinâtın sahibi onu her zaman el üstünde tuttu. Diğer peygamberleri sadece bir kavme gönderdiği halde onu bütün insanlığa rehber kıldı. Önceki peygamberler ya sadece nebî veya sadece resûl oldukları halde, Allah Teâlâ ona her iki rütbeyi birden verdi ve kendisine bu sıfatlarla hitap etti; kullarını da ‘sakın ha adıyla çağırmak suretiyle ona saygısızlık etmeyiniz, kendisine tıpkı benim gibi yâ Resûlullah, yâ Nebiyyellah şeklinde hitap ediniz’ diye uyardı. ‘O son peygamberdir, artık yeryüzüne bir daha peygamber gelmeyecektir’, buyurdu. Kısacası o Peygamberler Şâhı, hiçbir varlığın sahip olmadığı üstünlüklere sahipti. Cenâb-ı Mevlâ onun yâri ve yardımcısı oldu. Habîbini düşmanları karşısında yalnız bırakmadı. Kendini bilmezlerin onu küçük düşürmesine izin vermedi.

PEYGAMBER’E SAYGI

Ashâb-ı kirâm Peygamberler Sultanı Efendimiz’e bazan “Bize kulak ver, bizi gözet, acele etme de iyi anlayalım” anlamında Arapça olarak “râinâ” diye hitap ederlerdi. Bu kelime yahudi dilinde de vardı. Onlar bu ifadeyi “Dinle, a sözü dinlenmez herif!” gibi mânalarda alay için kullanırlar ve Kâinâtın Efendisi’yle konuşurken bu kelimeyi ‘bizim çobanımız’ anlamına gelecek şekilde telaffuz ederler, sonra da kıs kıs gülerlerdi. Allah Teâlâ bu haddini bilmezlerin Resûlullah’ı hafife almalarına razı olmadı. Tarih boyunca peygamberlere düşman olan bu nasipsizlerin Resûl-i Ekrem ile eğlenmesine fırsat vermemek için mü’minlerin ona “rainâ” diye hitap etmelerini yasakladı ve bu ifade yerine aynı anlama gelen “unzurnâ” kelimesini kullanmalarını emretti [Bakara sûresi (2), 104; Nisâ sûresi (4), 46]. Zira “O Peygamber”, âlemlere rahmet olarak yaratılmıştı. Ben insanım diyen hiçbir ferdin o en büyük insana saygıda kusur etmemesi gerekirdi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz Medineli müslümanların önde gelenlerinden biri olan Sa‘d İbni Muâz’a çok değer verirdi. Hatta bir defasında Sa‘d huzuruna gelirken, yanında bulunan ensâr-ı kirâma “Efendiniz (veya hayırlınız) için ayağa kalkın!” buyurmuştu (Buhârî, Menâkıbü’l-ensâr 12). Sa‘d’ın bir özelliği de yahudilerin dilini bilmesiydi. Bir gün bu lânetlilerin Kâinâtın Efendisi hakkında yukarıda anlatıldığı şekilde alaylı bir dil kullandıklarını duyunca öfkendi. ‘Şayet Resûlullah’a bir daha böyle seslendiğinizi duyarsam boynunuzu koparırım”, diye kükredi.

Âlemlere rahmet olan o Peygamber-i Zîşân’a saygısızlık edilmesine Allah da mü’minler de râzı olmazdı.

BİR MEYDAN OKUMA

Mekke ile Yemen arasında yaşayan Necran hıristiyanları hicretin onuncu yılında (m. 631) altmış kişilik bir heyetle Medine’ye geldiler. Peygamber’in huzuruna varmadan önce sefer elbiselerini çıkarıp ipekli elbiselerini, etekleri sırmalı cüppelerini giydiler, altın yüzüklerini taktılar. Bir depdebe içinde Resûl-i Ekrem’in huzuruna çıkıp selâm verdiler. Peygamber aleyhisselâm bu gururlu insanların selâmını almadı. Ertesi gün, Hz. Ali’nin tavsiyesi üzerine o süslü elbiselerini çıkarıp sade bir kıyafet ile huzura girdiklerinde Nebiyy-i Muhterem onların selâmını aldı ve kendilerine yer gösterdi. Aralarında Hristiyanlığı iyi bilen âlimlerin de bulunduğu bu heyeti İslâmiyet’e dâvet etti. Onlar “Biz eskiden müslüman olmuşuzdur” diyerek dinlerine bağlı olduklarını söylediler. Sonra da Hz.Peygamber’e:

– Sen bizim büyüğümüze hakaret ediyormuşsun, diye sitem ettiler. Resûl-i Ekrem ile aralarında şöyle bir konuşma geçti:

– Sizin büyüğünüz kim?

– Meryem oğlu Îsâ. Sen onun Allah’ın kulu olduğunu söylüyormuşsun.

– Evet, o Allah’ın hem kulu hem de resûlüdür.

– Hayır o ilahtır. Onun gibi babasız olarak yaratılan bir başkası da yoktur. Eğer ona insandır diyorsan, babasının kim olduğunu söyle!

Resûl-i Ekrem, âdeti üzere bu soruya hemen cevap vermedi. Onun açığını yakaladıklarını zanneden Necranlılar “Eğer peygambersen, Îsâ hakkında bildiklerini söyle. Biz de kalkıp gidelim” diye dayattılar. Resûl-i Ekrem onlara bizzat cevap vermeyeceğini, Cenâb-ı Hakk’ın göndereceği cevabı kendilerine ileteceğini söyledi. Derken beklenen cevap geldi. Âl-i İmrân sûresinin ilk altmış dört âyeti her şeyi açıklıyordu. Özetle bu âyetlerde ilâhî vahyin hedefleri ve maksatları çiziliyor, Kur’an’ın tıpkı Tevrat ve İncil gibi insanları doğru yola iletmek için geldiği, Allah’ın da, dinin de bir olduğu belirtiliyor, inanmış adamın özelliği ortaya konuyor, Hz. Meryem ve ailesi tanıtılıyor, onun iffetli bir hanım olduğu belirtiliyor, Hz. Îsâ’nın Hz. Âdem gibi babasız dünyaya gelişi anlatılıyor, onun da Allah’ın birliğini ortaya koyduğu pekiştiriliyor ve bu konularda İnciller’de bulunmayan geniş bilgiler veriliyordu.

Hidâyet erişmeyince gönüller yeşermez. Necranlılar’ın kalbi hidâyet güneşine kapalıydı. Onca âyet karşısında kılları kıpırdamadı. Gönüllerindeki buzlar çözülmedi. Üstelik Resul-i Ekrem’e direnmeye kalktılar. Allah’ın birliğini ısrarla inkâr ettiler. Doğru yol bizim yolumuzdur diye dayattılar. Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm aynı sûrenin 61. âyetini uygulamaya koydu. Onları mübâheleye yani bu konuda kim haksızlık ediyorsa lânetleşmeye dâvet etti. Mâdemki bu gerçekleri öğrendikten sonra onları kabul etmeyip benimle tartışmaya kalkıyorsunuz, öyleyse oğullarımızı, kadınlarımızı, kendimizi ortaya koyalım, hangimiz yalancı isek Allah’ın lâneti onun üzerine olsun, diye dua edelim, dedi.

Necranlılar tartışmayı kesiverdiler. Hele aramızda bir konuşalım, sonra gerekeni yaparız diyerek oradan ayrıldılar. Resûl-i Ekrem’in tavırlarını dikkatle izleyen hıristiyan bilginleri “Bu zâtın peygamber olduğu anlaşılıyor. Eğer gerçekten peygamberse ve bize beddua ederse yeryüzünde bir tane bile hıristiyan kalmaz. Şimdiye kadar bir peygamberle lânetleşip de küçükleri büyümüş, büyükleri sağ kalmış bir millet yoktur. En iyisi onunla barış yapıp memleketimize geri dönmektir” dediler.

Ertesi sabah Allah’ın Resûlü yanına sevgili kızı Hz. Fâtıma’yı, damadı Hz. Ali’yi, torunları Hz. Hasan ve Hüseyin’i alarak mübâhale yapmak üzere meydana çıktı. İşin ciddiyetini kavrayan Necranlılar büyük bir korkuya kapıldılar. Lânetleşmekten vazgeçtiklerini belirttiler. Müslümanlığı kabul etmeyeceklerini, ama Resûl-i Ekrem’in ileri süreceği diğer şartları kabul edeceklerini, istenen maddî tazminatı (cizyeyi) ödeyeceklerini söylediler. Hz.Peygamber onları mutlaka müslüman olacaksınız diye zorlamadı. Bazı tazminatlardan başka halka iyi davranmaları, fâiz alıp vermemeleri, kan davasından vazgeçmeleri gibi şartları kabul ettirdi. Necranlılar yapılan anlaşmadan sonra memleketlerine dönüp gittiler.

VA‘DİNİ GERÇEKLEŞTİR, ALLAHIM!

Sevgili peygamberi zor durumda kaldığında Kâinâtın Rabbi onu yalnız bırakmaz, hemen imdâdına yetişirdi. Bedir Gazvesi’nde olup bitenler unutulacak gibi değildir. Müslümanlardan üç misli kalabalık düşman ordusu gönüllerde endişe uyandırdığı zaman Resûl-i Ekrem mübarek ellerini açarak kıbleye yöneldi ve “Allahım! Bana olan va’dini gerçekleştir. Allahım! Eğer bu bir avuç müslüman helâk olursa, yeryüzünde sana ibadet edecek kimse kalmaz” diye yalvarmaya başladı. Yönünü kıbleden çevirmeden ellerini hep ileri doğru uzatarak durmadan dua etti. Ridâsı omuzundan sıyrılıp yere düştü. Resûl-i Ekrem’in kendisini harap edercesine yalvarıp yakarması Hz. Ebû Bekir’in yüreğini sızlattı. Ridâsını yerden alıp omuzlarına koyarken kendisini daha fazla üzmemesi için yalvardı. “Rabbin sana olan va’dini yerine getirecektir” dedi. Kur’ân-ı Kerîm’de bin meleğin, üç bin meleğin, beş bin meleğin müslümanların yardımına koştuğu haber verilmektedir [Âl-i İmrân sûresi (3), 124].

İbni Abbâs’ın rivayetine göre o gün bir sahâbî müşriklerden birini kovalarken bir kırbaç sesi işitti. Ses yukarıdan geliyor ve biri atına “Fırla Hayzûm!” diye sesleniyordu. O anda kovaladığı düşmanın boylu boyunca yere serildiğini, burnunun berelendiğini, yüzünün kamçı darbesiyle yarıldığını ve suratındaki çürüklerin yemyeşil bir renge dönüştüğünü gördü. Doğruca Resûl-i Ekrem’in yanına gitti ve olup biteni anlattı. Allah’ın Resûlü ona gördüklerinin gerçek ve bunun semâdan gelen yardımlardan biri olduğunu söyledi (Müslim, Cihâd 58).

Sa‘d İbni Ebû Vakkâs, Uhud Gazvesi’nde Resûl-i Ekrem’in yanında yiğitçe çarpışan beyaz elbiseli iki kişiden bahisle onları ne daha önce ne de bu olaydan sonra gördüğünü söyler (Buhârî, Megâzî 18, Libâs 24).

Bütün bunlar ve daha nice yardımlar Allah Teâlâ’nın Resûl-i Ekrem’ine birer ikramıdır. Muhtelif savaşlarda İslâm düşmanları bile melekleri değişik kıyafetlerde görmüşler, onları sahâbe arasında daha önce hiç görmediklerini söylemişlerdir. Bu tür fevkalâde olaylar Cenâb-ı Hakk’ın Resûlü’nü ve mü’minleri hiçbir zaman yalnız ve yardımsız bırakmadığını ortaya koymaktadır. Şayet biz Allah’a ve Resûlullah’a derin bir iman ve mükemmel bir teslimiyet ile ilâhî ikrâma lâyık hale gelebilirsek, Kâinâtın Rabbi bizim de yârimiz ve yardımcımız olacaktır.