O Yolun Neresindeyiz?

YYaşar Kandemir hocamızın 1997 Temmuz ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 137 Sayfa: 016)

Milyarlarca insan bizden önce geldi, yaşadı, gitti. Kimileri gözünü dört açarak çevresine dikkatle bakindi, gördüğü nur kaynağına koştu, ona dört elle sarıldı, hayatini onunla aydınlattı ve ebedi yolculuğa çıkarken, o kaynaktan aldığı ışıkla birlikte gitti. Kimi gözler de çevresindeki nur kaynağını göremedi. Dünyanın bomboş ve kapkaranlık bir yer olduğunu duşundu. Karanlıkta yasadı, giderken de o karanlığı oturdu.

Dünyanın gördüğü son nur kaynağı Resul-i Ekrem Efendimiz’di. Kainatın Rabbi ahir zaman ümmetine o nuru gösterdi. Ona koşmalarını, onun getirdiği kitaba sarılmalarını emretti. Sevgili Peygamberi’ni kendilerine örnek almalarını, onun izince gitmelerini tavsiye etti. Allah’ın huzuruna çıkmayı umanlar, ahiren gününe inananlar ve Allah’ı çok çok ananlar için Resulullah’ın güzel bir örnek olduğunu söyledi [Ahzab suresi (33) 21]. Gönülleri ayna gibi saf ve berrak olanlar hemen ona koştular. Ellerine sarılıp, bizi de kendi yoluna götür dediler. Resulullah’ı tanıyınca hayatin gerçek manasını öğrendiler. Nereden gelip nereye gittiklerinin farkına vardılar. Onu tanımanın bahtiyarlığını yasadılar. Onu kendilerine tanıtan Allah’a hesapsız şükürler ettiler.

Onu Görmedikten Sonra

Dünya pek çok peygamber, pek çok ümmet gördü ama Resul-i Ekrem’in ashabı gibi, peygamberini derin muhabbetle seven, her buyruğuna bas üstüne diyen, dur dediği yerde durup ol dediği yerde ölen, hatta onun yolundaki ölüme düğün, bayrama gider gibi giden iman abideleri görmedi. Söz gelimi Beni İsrail “hiçbir kimseye verilmemiş nimetlere mazhar olmuşlardı”. Peygamberleri onları mukaddes topraklara girmek üzere savaşa davet ettiği zaman, “Ey Musa! Sen ve Rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız” [Maide suresi (5), 24] diyerek peygamberlerini yapayalnız bırakmışlardı. Halbuki Resul-i Ekrem Bedir Gazvesi’ne giderken ashab-ı kiram’ın görüşlerini almak istediği zaman, ensar-i kiram dediğimiz Medineli Müslümanlar adına Söz alan Sa?d İbni Muaz ayağa kalkarak söyle demişti:

“Biz sana iman ettik, seni tasdik ettik. Bize getirdiğin dinin hak olduğunu bütün varlığımızla kabul ettik. Seni dinleyip itaat etmek üzere sana Söz verdik. Ya Resulullah! Nasıl uygun görürsen öyle yap. Biz seninle birlikteyiz. Seni hak din ile ve Kur’an-ı Kerim ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, sen bize denizi gösterip dalsan, biz de seninle birlikte dalarız…”

Ashab-i kiramın Resulullah’a itaatinin ve derin muhabbetinin örnekleri saymakla bitmez: Ebu Esma es-Sami Resul-i Ekrem’in yanına elci olarak gelmişti. İslam’ın ana konularını, kendilerini temsilen geldiği kabilesine iletmesi gereken bazı esasları öğrendikten sonra Resul-i Kibriya’nın mübarek elini tutarak ona biat etti. Peygamber elini tutmanın derin hazzıyla sarsılan Ebu Esma, o mübarek elin bereketini ve sıcaklığını her zaman hissetmek düşüncesiyle olmalı ki, o günden sonra kimseyle tokalaşmayacağına dair kendine Söz verdi ve ölene kadar bir daha kimsenin eline dokunmadı (İbn Hacer, el-İsabe (Bicavi), VI, 14).

Rüyasında ezanin sözleri kendisine bildirildiği için “sahibu’l-ezan” diye meşhur olan Abdullah İbni Zeyd hazretleri Resulullah’dan ayrı kalmaya dayanamayan sahabilerden biriydi. Bir çok sahabi gibi o da Resul-i Muhterem Efendimiz’in ahirette yüce makamlara erişeceğini, bu sebeple onu bir daha göremeyeceğini düşünerek tedirgin oluyordu. Allah’a ve Resulü’ne itaat edenlerin peygamberler, sıddîkler, şehidler ve iyi kimselerle beraber olacağını [Nisa suresi (4), 69] müjdeleyen ayet nazil olunca pek sevindi. İste bu aşık sahabi Peygamber-i Zişan Efendimiz’in vefat ettiğini duyunca öyle bir üzüntüye kapıldı ki, “Allah’ım gözlerimin nurunu al da Resulullah’dan sonra kimseyi görmeyeyim!” diye dua etti. Rivayet edildiğine göre Allah Teala onun duasını kabul etti ve gözleri görmez oldu (Kurtubi, Cami?u’l-beyan, V, 271).

Resulullah’ın vefatından sonra gözlerini kaybeden bir başka sahabinin bu konudaki hissiyatı da Abdullah İbni Zeyd’inkinden farksızdı. Kor olduğu için dostları onu teselliye gelmişlerdi. Halbuki onun gözlerini yitirmekten dolayı bir derdi, tasası yoktu. Kendisini teselliye gelenleri o söyle teselli etti: Ben o gözleri Resulullah’a bakmak için istiyordum. Onun vefatından sonra Dünyanın en güzel ceylanlarının gözüne sahip olsam ne çıkar!” (İbn Sa’d, et-Tabakat, II, 313).

Ashab-i kiram Allah’ın Resulü’ne iste böylesine aşık, onun yoluna böylesine bağlıydı. Onun Resulullah olduğundan şüpheleri yoktu. Şüphe etmedikleri bir şey daha vardı: Bir adam Resulullah’a gerçekten inanıyorsa, onun dediği gibi olmak, onun emrettiğini yapmak, bütün varlığı ile ona bağlanmak zorundaydı. Onlar da iste öyle yaptılar. Tarihin bir benzerini görmediği bağlılık örnekleri verdiler. “Şu yiyecek, bu içecek haramdır” demişse, ona el sürmediler. “Şu is sevaptır; bu hareket Allah’ın rızasına uygundur” buyurmuşsa, o sevabı kazanmak ve Allah’ın rızasını elde etmek için ellerinden geleni yaptılar. Peygamber’in istediği, beğendiği adam olmak için canlarını ve mallarını ortaya koydular.

Yeniden Dirildiler

Ashab-i kiram’ın seçkin bir nesil olduğunda Şüphe yok. Acaba onlar seçkin birer insan oldukları için mi Resulullah’a böylesine bağlandılar, yoksa Resulullah’a böylesine bağlandıkları için mi seçkin birer insan oldular? Sahabi efendilerimiz Resulullah’ı tanımadan önce kızlarını diri diri toprağa gömen kimselerdi. Lakin merhameti, şefkati Nebiy-yi Muhterem’den öğrendikten sonra merhamet ve şefkat abidesi oldular. Cahiliye devrinde birbirinin elindeki mala, paraya pula göz dikip yağmacılık, çapulculuk yapan bu insanlar, hakki olmayan bir mali elde etmenin haram olduğunu öğrendikleri günden itibaren başkasının malına el sürmediler. Kul hakki yemekten şiddetle kaçındılar. En küçük bir anlaşmazlıkta kılıçlarına el atan, ihtilaflarını bilek gücüyle halleden o kati, kaba, anlayışsız ve müsamahasız adamlar, bütün hareketlerini örnek aldıkları Resul-i Zişan’ın hataları bağışladığını görünce affetmenin derin hazzını tattılar. Kadınları ve köleleri adam yerine koymayan, fakirlerle ve yoksullarla bir arada oturmayı itibar kırıcı bir hareket sayan o kendini beğenmiş kimseler, Peygamber aleyhisselam’ın zayıf ve güçsüzlere sahip çıktığını görünce geçmişe bir sünger çektiler; artık kadını, köleyi, fakiri kendilerinden farklı görmediler; asırlardan beri süregelen o zalim anlayışı terlettiler. Kısacası onlar İslam’la, Kur’an’la, Sünnet’le yeniden dirildiler. İste bu sebeple Allah Teala onları ovdu: “İnsanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmet olduklarını” söyledi [Al-i İmran suresi (3), 110]. Hudeybiye’deki ağacın altında, ölünceye kadar Resulullah’dan ayrılmayacaklarına ve onu savunacaklarına dair biat eden o mu’minlerden razı olduğunu belirtti [Fetih suresi (48), 18]. “Ey Peygamber! Sana ve sana uyan mu’minlere Allah yeter” [Enfal suresi (8), 64] diyerek onların Allah katındaki ustun değerini gösterdi.

İste ashab-i kiramı Allah katında böylesine değerli kılan Resulullah’a bağlılıklarıydı. Onu kendilerine örnek alıp her iste ona benzemeye çalışmalarıydı.

Acaba Resulullah’a sarılmayı, ona itaat etmeyi, her buyurduğunu yapmayı ve onu kendine örnek almayı emreden ayetler sadece sahabilere mi hitab etmektedir? Bu ayetler sadece onlar için mi inmiştir? Elbette hayır. Bugüne kadar böyle bir iddiada bulunan çıkmamıştır. Peygamberler Sultani bize, hepimize, kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlara örnektir. Herkes ona sarılmak, yolunca gitmek, dediğini tutmak zorundadır. Allah’ın rızasını kazanmak buna bağlıdır. İyi bir mü’min olmanın yolu budur.

Kardeşlerim! Derlenip toparlanmanın, bulunduğu yeri bilmenin, varılması gereken hedefe ne kadar yakın veya uzak olduğunu görmenin zamanı çoktan gelmiştir; hatta geçmektedir. Efendimiz’in buyurduğu gibi hepimiz birer ahiren yolcusuyuz. altında gölgelenmekte olduğumuz ağacı bir müddet sonra terkedir gideceğiz. Biz bu Dünya gurbetine bir tek şey için, Allah’ın rızasını kazanmak için geldik. Bunun da bir tek yolu bulunduğunu, o yolun Resulullah’a uymak, onun izinde yürümek, onu kendimize örnek almak olduğunu öğrendik.

Mademki gün hesap günüdür, öyleyse kendimize sormalıyız:

Ben Peygamberimi ne kadar biliyorum?

Ona ne kadar bağlıyım?

Onun yolunu, sünnetini ne kadar izliyorum?

Kendimize söyle de sorabiliriz: Acaba ben Hanzala İbni Rebi? gibi kendimi hesaba çekebiliyor muyum? Hani Resulullah’ın vahiy katiplerinden olan bu zat Peygamber aleyhisselam’a “Hanzala münafık oldu” demişti. Sonra da maksadını açıklayarak, “Ya Resulullah! Senin huzurunda bulunduğumuz zaman bize cennetten cehennemden bahsediyorsun. onları gözümüzle görür gibi oluyoruz. Huzurundan ayrılıp evimize veya isimizin başına gidince öğütlerinin çoğunu unutuyoruz”, diye dert yanmıştı. Peygamber-i Zişan Efendimiz de onu teselli ederek, şayet o hal devam etseydi melekler sizinle musafaha edip tokalaşırdı buyurmuş, sonra da bir saat ibadetle, bir saat Dünya isiyle meşgul olmayı tavsiye etmişti (Müslim, Tevbe 12).

Acaba biz bu ölçüye ne kadar uyabiliyoruz? Dünya bizi kolları arasına aldığı, Allah’ı ve ahreti unutturmaya çalıştığı zaman ona ne kadar direnebiliyoruz? Bu peygamber ölçüsüne uymadığımızı far kedince açığımızı telafi etmek için ne yapıyoruz?

Peygamber Özlemi

Biz sadece kendimizden değil aile fertlerimizden de sorumluyuz. “Ey iman edenler! Kendinizi ve ailenizi cehennem ateşinden koruyunuz” [Tahrim suresi (66), 6] ayeti omuzlarımıza bu yükü yüklemektedir. Peygamber aleyhisselam’ın önemini, hayatımızdaki yerini aile fertlerimize ne kadar öğretebiliyoruz? Peygamber sevgisini, Peygamber hasretini çocuklarımıza ne ölçüde duyurabiliyoruz? Asr-i Saadet’in bahtiyar çocuklarından olan Cebir İbni Semure bir gün Resulullah ile birlikte namaz kıldığını, namazdan sonra yolda onu çocukların karşıladığını, onun da birer birer bütün çocukların yanaklarını okşadığını, sıra kendisine gelince kendisinin de yanağını okşadığını söylüyor ve güzel koku satan kimsenin (attarın) sepetinden çıkmış gibi hoş kokan o mübarek elinin kokusunu unutamadığını anlatıyor (Müslim, Fezail 80). Cebir İbni Semure’nin olduğu kadar çocuklarımızın da peygamberi olan o en büyük insani yavrularımıza ne kadar anlatıyor, o essiz güzeli ne ölçüde sevdirebiliyoruz? Peygamber devrinden hoş kokular getiren bu veya benzeri bir olayı duydukları zaman yavrularımızın o körpecik gönüllerinde Resulullah sevgisini tomurcuklandırmayı başarabiliyor muyuz? Bu yönde bir çabamız var mı?

Kainatın Efendisi Kuba’ya gittiği zaman, aralarında bir sut akrabalığı bulunan Ümmü Süleym’in evinde “kaylule” yapar, öğle uykusuna yatardı. Ümmü Süleym bir gün Resulullah’ın mübarek terinin yüzünde tomurcuklandığını veya meşin şiltenin üzerine aktığını görünce, o güzelim çiğ tanelerinin uçup gitmesine gönlü razı olmadı; hemen koku şişesini getirerek Dünyanın o en değerli incilerinin toplamaya başladı. Peygamber aleyhisselam uyanıp da Ümmü Süleym’e ne yaptığını sorunca, “Bu senin terindir. Onu kokumuza katıyoruz. O kokuların en güzelidir” veya “Çocuklarımız için onun bereketini umuyoruz” dedi (Müslim, Fezail 83-85). Asr-i Saadet’ten gül kokuları getiren böyle bir olayı işittikleri zaman, sevgili kızlarımızın, eşlerimizin “Aah! Ümmü Süleym’in yerinde ben olsaydım!” diye Peygamber Özlemi duymalarını sağlayacak bir çabamız, gayretimiz var mi? onların gönlündeki Peygamber sevgisini yeterince besleyebiliyor muyuz?

Biz Nasıl Diriliriz?

Ashab-i kiram efendilerimiz Resulullah’a bağlanma, onu örnek alma, Kısacası İslam’ı yasama hususunda bizim rehberlerimizdir. onların bu konulardaki tavırlarına bakarak Peygamberimiz Efendimiz’e olan imanımızı, itaat ve bağlılığımızı, sevgi ve hayranlığımızı yeniden gözden geçirmek, noksanlarımızı telafi etmek, gönlümüzü onunla diriltmek mecburiyetindeyiz. O kutlu neslin Resul-i Zişan’ı gözleri gibi sevdiklerini söylemek onlara haksizlik olur. Onlar, yukarıda örneklerini gördüğümüz üzere, gözlerini bile Resulullah’ı görmeye vesile olduğu için sevmişler, onu Görmedikten sonra gözün hiçbir değeri olmadığını düşünmüşlerdir. Sevgi ve bağlılığın bu derecesi, benim gibilerin anlamakta güçlük çekeceği pek ustun bir muhabbet zirvesidir. Ama o bir hedeftir. Önemli olan o hedefe yönelmek, karınca misali de olsa o yöne doğru ilerlemektir. Bu zevkli yolculuk esnasında bir gerçeği hiç unutmamak, hep hatırda tutmak gerekmektedir: Bugünkü dağınıklığımız, kopukluğumuz, zayıflığımız, perişanlığımız Allah’ın Resulü’ne yeterince bağlanamadığımızdan, onun izinde yürüyemediğimizdendir.

Allah’a ve Resulullah’a giden bu seyahatte nefesimiz kesildiğinde veya adımlarımız yavaşladığında durup kendimize sormalıyız: Ben o yolun neresindeyim?

ALTIN ÇAĞ

Başlayalım söze biz
Yüce Rabbin adıyla
Ucalım Altın Çağ’a
Hayalin kanadıyla.

On beş asır öncesi
Gerçek Altın Cağ imiş
Çünkü Peygamberimiz
O devirde sağ imiş.

İnsanlar bahtiyarmış
Onu gördüğü için
Dünya bile sevinçten
Kaynarmış için için.

O gün Medine şehri
Bir bayram yasıyormuş
Tebrik için çocuklar
Ev ev dolaşıyormuş.

Her birinin üstünde
Bayramlık elbisesi
Hopladıkça geliyor
Cepten harçlığın sesi.

Uzakça bir kösede
Bir başka yavru varmış
Oynayan çocuklara
İmrenerek bakarmış.

Elbisesi yamalı
Ayakkabısı yırtık
Ne bir oyuncağı var
Ne de cebinde harçlık.

Kimsesizlik ne acı
Yalnızlık ne de zormuş
Yoksulluğun sızısı
Yüreğine oturmuş.

Peygamber efendimiz
Geçiyormuş o yandan
Geldiğini görünce
Sokağın bir ucundan.
Çocuklar heyecanla
O tarafa koşmuşlar
Bir selam versin diye
Yanına yanaşmışlar.

Biricik efendimiz
Sevgiyle gülümsemiş
“es-Selama aleyküm”
Diyerek selam vermiş.
Sevinçten uçuyormuş
Oradaki çocuklar
Peygamber selamıyla
Hepsi olmuş bahtiyar.

Bunları hiç görmemiş
O kederli yavrucak
Onun düşündüğü hep
Tatlı bir yüz, bir kucak.

Gözyaşları birikmiş
Kirpiğinin ucunda
Sessizce ağlıyormuş
Gül yüzü avucunda

Uzaktan fark edince
Efendimiz bu hali
Yüreciği çırpınmış
Yaralı kus misali.

Koşarcasına gelip
Yanı başında durmuş
Bayram gününde neden
Ağladığını sormuş.

Çocuk içini çekmiş
Basını kaldırmadan
Konuşmaya başlamış
Sorana aldırmadan:
Babamı hatırladım
Doya doya ağladım

Sağ idi gecen bayram
Simdi yok canim babam.

Gittiği son savaşta
Peygamberle en başta

Ve yanyana döğüştü
Sonunda şehit duştu.

İnsan yetim kalınca
Elbette ağlar Amca
Bayramlardan bana ne
Haydi sen git isine.
Yavrum, demiş Peygamber
Sil gözünün yasini
Bak, ne diyeceğim sana
Haydi kaldır Başını.

Ben senin baban olsam
Fatıma kız kardeşin
Ayşe de anne olsa
Bu teklife ne dersin?

Bu sözleri duyunca
Bir tuhaf olmuş Çocuk
Sevinçle çarpmış kalbi
Gözleri boncuk boncuk.

Üzülerek demiş ki:
Ah! Ben neler söyledim
Ne olur bağışlayın
Kusurumu efendim.

Giderken beraberce
Peygamber’in evine
Yürüyormuş yavrucak
Hep sevine sevine.

Tuttuğu sıcak elin
Verdiği bahtiyarlık
Akıyormuş kalbine
Su gibi ılık ılık.

Öyle çok sevilmiş ki
Mutluluk yuvasında
İnanmaz görse gözü
O hali Rüyasında.

Çocuklar hep imrenmiş
Yetimin o haline
Merak edip sormuşlar:
Bu sevince sebep ne?
Yeni esvabındaki
Harçlığı şıkırdatmış
Tükenmez sevincini
Su sözlerle anlatmış:

Benim de bir babam var
Esi bulunmaz baba
Böyle babası olan
Sevinmez mi acaba?

Yüreği şefkat dolu
Ayşe annem var benim
Artık mutsuz değilim
Benim de var sevenim.

Fatıma ablam beni
Sevgi ile okşadı
Elbisemi giydirdi
Saçlarımı taradı.

Bu yüzden sevinçliyim
Mutluyum Dünya kadar
Var mi su yeryüzünde
Benden daha bahtiyar.

Ey yüce Peygamber’in
Sevdiği şanslı Çocuk
Senin yerinde olsak
Biz de mutlu olurduk.

Elbette mutlu olur
Onun sesini duyan
Gül kokan nefesini
Doya doya koklayan.

Ah o günler, o günler
O günler ne günlermiş
O günleri görenler
En mutlu mü’minlermiş.