Naz Faslı

YYaşar Kandemir hocamızın 1992 Nisan ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 074 Sayfa: 024)

Naz ve niyaz, sevenle sevilen arasındaki yoğun duygu alış-verişidir. Naz sevgilinin, niyaz ise aşığın kârıdır. Bu hep böyle olagelmiştir. Gönüller Sultanı Efendimiz ile bazı sahabileri arasında pek hoş naz ve niyaz halleri vardır. O bahtiyar nesil içinde Allah Teala’ya bile naz edenler olmuştur. Bu sohbetimizde bunlardan ikisini yadedelim:

Yirmi yıl sonra

Ebu Süfyan İbni Haris Peygamber aleyhisselamın amcasının oğlu ve süt kardeşiydi. Her ikisinin de süt annesi Hz. Halîme idi. Hem çocukluk günlerinde hem de gençlik yıllarında birbirleriyle çok iyi geçinirlerdi.

Derler ki, akrabaları arasında Hz. Peygamber’e en fazla benzeyen dört kişi vardır: Biri torunu Hz. Hasan’. Diğeri amcası Ebû Talib’in oğlu Mute şehidi Ca’fer-i Tayyar’. Öteki amcası Abbas’ın oğlu Kusem‘di. Dördüncüsü de amcası Haris’in oğlu, kendisinden bahsetmekte olduğumuz işte buEbu Süfyan‘dı.

Aziz okuyucularım iyi bilirler ki, bu Ebu Süfyan, Kureyş’in ticaret kervanlarını yöneten ve Hz. Peygamber’e karşı yapılan savaşları idare eden Ebu Süfyan İbni Sahr değildir.

Ne gariptir ki, ona en çok benzeyenlerden Kusem, en son müslüman olan sahabi diye bilinir. Ebu Süfyan İbni Haris de İslâmiyet’i hayli geç kabul etmiş, Mekke fethinden biraz önce müslüman olmuştur. Efendimizin birçok akrabası gibi o da Resûlullah’a karşı çıkmış, kendisini yalanlamış, iyi bir şair olduğu için de -maalesef- Peygamberler sultanına ve bazı sahabilerine hicivler söylemiştir. Her halde onun müslüman olmayışından çok, söylediği bu hicviyeler Efendimizi yaralamıştır.

Ebu Süfyan’ın Resûlullah efendimize düşmanlığı tam yirmi yıl devam etti. Müslümanları yok etmek üzere hazırlanan her savaşa katıldı. Onun bu amansız İslam düşmanlığı sebebiyle kanı heder edildi. Nerede yakalanırsa öldürülecekti. Cihanın Güneşi Efendimiz anayurdu Mekke’yi fethetmek üzere Medine’den yola çıktığında, Ebu Süfyan’ın İslâm’a kapalı gönlüne ilahî bir ışık huzmesi yol buldu. İşte o zaman Ebu Süfyan gittiği yolun hatalı olduğunu anladı. İslâm ordusunun Mekke’ye yaklaştığını öğrenince telaşlandı. Çok iyi biliyordu ki, kendisini hangi müslüman yakalarsa, gözünün yaşına bakmadan öldürürdü. Hemen evine geldi. Karısını ve oğlunu yanına alarak İslâm ordusunun geldiği yöne doğru yola çıktı. Mekke yolu üzerindeki Ebva’ya yaklaşınca İslâm ordusunun öncü kuvvetleriyle karşılaştı. Birileri kendisini tanır da, daha Resûlullah’ın yanına varmadan canına kıyarlar diye tebdil-i kıyafet etti. Bu sıra Abdullah İbni Ebu Ümeyye ile karşılaştı. Bu zat Resülullah efendimizin halasının oğlu ve hanımı Ümmü Seleme annemizin kardeşiydi. O da o güne kadar İslâmiyet’i kabul etmemiş, Hz. Peygamber Mekke’ye girmeden yanına giderek müslüman olmak istemişti. Biraz ilerleyince Peygamber aleyhisselam’ı gördüler.

Çöllere düşerim

Ebu Süfyan, oğlu Ca’fer’in elinden tutarak Hz. Peygamber’e doğru yürüdü. Resûlullah efendimiz onu görür görmez tanıdı ve yüzünü başka tarafa çevirdi. Ebu Süfyan hemen o taraftan yaklaştı. Bu defa Resûl-i Ekrem öbür tarafa döndü. Bu naz ve niyaz hali üç-beş defa tekrarlandı. İşte o zaman Ebu Süfyan Peygamber aleyhisselama yaklaşarak halini arzetmenin mümkün olmadığını anladı. O güne kadar yaptığı çirkin işleri bir bir hatırladı. Hz. Peygamber’i ne çok üzdüğünü o zaman kavradı. Demek ki yaptıklarını hayatıyla ödeyecekti.

Arkadaşı Abdullah İbni Ebu Ümeyye de ne yapacağını bilemedi. Çünkü bu zat Resûlullah’ın halasıAtike‘nin oğlu olduğu halde bir zamanlar onu çok gücendirmişti. Vaktiyle Ebu Talib’e giderek “yeğenini himaye etmekten vazgeç!” diyen azılı İslâm düşmanlarının içinde o da vardı. Ebu Talib ölüm döşeğinde iken Peygamber Efendimizin ona iman telkin etmesine karşı çıkmış ve İslâmiyet’i kabul etmemesi için Ebu Talib’e baskı yapmıştı. Doğrusu Abdullah’ın günahı çoktu. Kısacası her ikisi de bir zamanlar müslümanlara zor günler yaşatmışlardı. Şimdi kendileri zor durumda kalmıştı.

O sırada akıllarına Ümmü Seleme Annemiz’e sığınmak ve ondan yardım istemek geldi. Öyle yaptılar. Hz. Ümmü Seleme efendimizden onları huzuruna kabul buyurmasını rica etti. “Biri amcanın, öteki halanın oğlu”, dedi.

Resul-i Ekrem efendimiz vaktiyle onların kendisini ve müslümanları çok incittiklerini belirterek kendilerini huzuruna kabul etmeyeceğini söyledi. O zaman Ebu Süfyan bir başka naz faslına Efendimizin, herkesce bilinen merhamet duygusuna hitap etmekten başka çare kalmadığını görerek Ümmü Seleme annemize dedi ki:

– Eğer Resûlullah huzuruna çıkmama izin vermezse, oğlum Ca’fer’in elinden tutar, çöllere düşerim. İkimiz de açlıktan ve susuzluktan ölür gideriz.

Hz. Ümmü Seleme kardeşinin bu sözlerini arzedince, Şefkat Pınarı efendimiz duygulandı. İnsanların ıstırap çekmesine hiç dayanamazdı. Onları huzuruna kabul etti ve kendilerini bağışladığını söyledi. Ebu Süfyan iyi bir şair olduğu için İslâm’a ve onun Resûlüne olan sevgi ve bağlılığını pek güzel dile getirdi.

Rivayete göre Ebu Süfyan Peygamber efendimizden çok utanır, başını kaldırıp da gül yüzüne bakamazdı.

Açlık grevi

Şimdi arzedeceğim naz ise bir başka güzelliktedir.

Ebu Lübabe İkinci Akabe Biatı’nda bulunmuş Medineli bir sahabi idi. Bedir Gazvesi’nde Hz. Peygamber onu Medine’de yerine vekil bırakmıştı. 627 yılında yapılan Benî Kurayza Gazvesi’nde o da vardı.

İslâmiyeti ve müslümanları yok etmek için sayısız hainlikler yapan Benî Kurayza yahudileri İslâm askerleri tarafından kuşatılınca zor durumda kaldılar, Hz. Peygamber’e:

– Ebu Lübabe’yi yanımıza gönder; onun görüşünü alacağız, diye haber saldılar.

Ebu Lübabe’nin malları Beni Kurayza topraklarında bulunduğu için yahudiler onun-kendilerine yanlış bilgi vermeyeceğinden emindiler.

Hz. Peygamber Ebu Lübabe’ye yahudilerin yanına gitmesini söyledi. Ebu Lübabe oraya varınca:

– Bizim Muhammed’le çarpışacak gücümüz yok. Onun vereceği hükmü kabul ederek teslim olmamızı uygun görür müsün? diye sordular.

Ebu Lübabe:

– Evet, dedikten sonra elini boğazına götürerek, o zaman hepiniz ölürsünüz, anlamında bir işaret yaptı. Birden aklı başına geldi. “Eyvah ben ne yaptım. Böyle davranmakla Hz. Peygamber’e ihanet ettim” diye düşündü. Yaptığına bin pişman oldu. Hemen Yahudilerin yanından ayrıldı. Artık Hz. Peygamber’in yüzüne bakamam, diyerek onun yanına uğramadan doğruca Mescid-i Nebevi’ye gitti. Kendisini Mescid’in direklerinden birine bağlattı.

– Allah Teala işlediğim bu günahdan dolayı beni atfetmedikçe buradan ayrılmayacağım, dedi.

Bir hafta boyunca birşey yeyip içmedi. Namaz vakitleri karısı gelir; bağlarını çözer; namazını kıldıktan sonra onu tekrar bağlardı. O kadar mecalsiz kaldı ki, kulakları işitmez oldu.

O günlerde Beni Kurayza topraklarında bulanan Resülullah efendimize Ebu Lübabe’nin perişan halini anlattılar. Peygamber aleyhisselam:

– Yahudilerin yanından ayrılınca bana gelseydi, bağışlanması için dua ederdim. Mademki o bu yola başvurmuş, Cenab-ı Hak kendisini affedene kadar birşey yapamam, buyurdu.

Aradan bir veya iki hafta geçmişti. Bir seher vaktiydi. Efendimiz Ümmü Seleme validemizin odasındaydı. Ümmü Seleme hazretleri Resûl-i Ekrem’in ay yüzünde güller açtığını görünce:

– Ya Resûlallah! Allah tebessümünü eksik etmesin. Neye gülüyorsun? diye sordu.

Efendimiz Tevbe suresinin yirminci ayetinin nazil olduğunu ve Ebu Lübabe’nin affedildiğini söyledi.

Ümmü Seleme annemiz odanın kapısını açarak Ebu Lübabe’ye müjdeyi verdi. Mesciddeki sahabîler onu çözmeye koştular. Birinci naz faslını başarıyla tamamlayan Ebu Lübabe ikincisine geçti:

– Hayır, beni çözmeyin, dedi.

– Niçin? diye sodular.

-Beni Resülullah mübarek elleriyle çözmedikçe bu direkten ayrılmam, dedi.

Sabah namazına çıkan Peygamberler Sultanı, nâzına Cenab-ı Mevla’nın bile değer verdiği bu bahtiyarın yanına geldi. Bağlarını çözerek onu serbest bıraktı. Ebu Lübabe’nin bağlandığı o direkTevbe Direği (üstüvanetü’t-tevbe) diye anıldı. Onların tövbesi semaların ötesinden işte böyle ses getirirdi.

Mevla şefaatlarına nail eylesin…