Muhammedü’l-Emin

YYaşar Kandemir hocamızın 2001 Temmuz ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 185 Sayfa: 008)

İnsanlara güvenebilmek, işte huzurlu olmanın en önemli şartı budur. Ne kadar çok insana güvenebiliyorsak, bahtiyarlığımız da o kadar büyüktür. İnsanlara güvenmeden yaşamak, acaba bana bugün mü, yoksa yarın mı zarar verecekler diye endişeyle beklemek dayanılmaz bir azâbtır.

Bizim kültürümüzde güvenilir olmaya emanet, güvenilir adama da emîn denir. Biz her şey gibi güvenilir olmayı da Rabbimizden ve Efendimizden öğreniriz. Çünkü Kâinâtın Efendisi öyle buyuruyor:

“Emanet, insanların kalplerinin tâ derinliklerine kök salıp yerleşti. Sonra Kur’an indi. Böylece insanlar Kur’an’dan ve sünnetten emaneti öğrendiler” (Buhârî, Rikak 35).

Ezelde, “kâlû belâ” diye anılan bir zamanda Allah’a bir söz verdik. Bu sözleşmede O’nu Rabbimiz olarak tanıdık. O da, o gün bu gün, insanları yüklendikleri emanetin şuurunda yani İslâm fıtratında yaratmaya devam etti. Gün geldi Kur’ân-ı Kerîm nâzil oldu. Bir yandan Kur’an, bir yandan o Kur’an’ın kendisine indiği Peygamber insanlara emanetin ne olduğunu öğretmeye devam ettiler.

Peygamberler Sultanı iyi müslümanı ve mü’mini târif ederken şöyle buyurdu:

“İyi müslüman, dilinden ve elinden müslümanların emin olduğu yani zarar görmediği kimsedir. İyi mü’min de insanların canlarını ve mallarını kendisine güvendiği kimsedir” (Tirmizî, Îmân 12). Demek ki, birine emîn denebilmesi için onun yanında can korkusu duyulmaması, “Acaba yokluğumda malıma zarar verebilir mi?” diye kendisinden endişe edilmemesi gerekir.

Bu hadîs-i şerifte müslümanla mü’minin farkı açıkça görülmektedir. Mü’min; güven verme bakımından müslümandan daha ileri seviyededir yani güven şemsiyesi daha geniştir. Müslüman olmayanların bile mü’mine güvenmesi, yanında huzur duyması, mal ve can korkusu taşımaması icap eder.

Peygamber Efendimiz, yukarıdaki sözünü bir başka ifadeyle dile getirerek eğer bir adama güvenilemiyorsa, onun imanının da olmayacağını; sözünde durmuyorsa, dininin de bulunmayacağını belirtmiştir (Ahmed İbni Hanbel, Müsned, III, 135).

Kısacası Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem, kendisine güvenilmeyen bir adamın ben müslümanım diye dolaşmasının hiçbir mânası bulunmadığını söylmektedir. Yüce kitabımız bize Hz. Nuh, Hûd, Sâlih, Lût, Şuayb ve Mûsâ gibi peygamberlerin kıssasını anlatırken, onların halka “Ben size Allah’ın gönderdiği güvenilir bir elçiyim” diye seslendiklerini haber vermiştir. Çünkü insanlar muhataplarının güvenilir olmasını isterler. Güvenilir olmayana değer vermezler, sözüne inanmazlar.

EMANETE RİAYET

Peygamberimiz Efendimiz kendisine ilâhî vahiy gelmeden önce de insanların güvenini kazanmıştı. Kimsenin kimseye güvenmediği o karanlık devirde bile herkes mücevherlerini, paralarını ona emanet ederdi. “Bu adam bizi atalarımızın dininden etmek istiyor” diye ona diş bileyenler, hicret gecesi kendisini nasıl öldüreceklerini düşünürken, o kendisine bırakılan emanetleri sahiplerine nasıl iade edeceğini düşünüyordu.

Peygamber-i Zîşân Efendimiz Bizans kıralı Herakliyüs’e bir mektup göndererek onu İslâm’a dâvet etmişti. O sırada kendi topraklarında bulunan Arap tüccarlarını karşısına alan ve onların içinden Peygamber aleyhisselâm’a soyca en yakın bulduğu Ebû Süfyân’la konuşan kıral ona şöyle demişti:

– Peygamber size neyi emrediyor?

– Namazı, doğruluğu, iffeti, verdiği sözde durmayı ve emanete riâyeti emrediyor.

– Bunlar peygamberlerin özellikleridir. Peki o, sözünde durmamazlık eder mi?

– Hayır, etmez.

– Peygamberler işte böyledir. Onlar sözlerinden dönmezler.

Ebû Süfyân, o zamanlar daha müslüman olmadığı için, Resûl-i Ekrem hakkında doğruyu söylediği ve istemeden onu övdüğü için çok rahatsız olmuştu. Ne yapsın ki gerçek böyleydi. İslâmiyet işte bu özellikleri, müslüman kişiliğinin en önemli vasıfları kabul ediyordu. Verdiği sözde durmayan, emanete riâyet etmeyen adamı iyi bir müslüman saymıyordu.

GÖKTEKİLERİN EMÎNİ

İnsanların el-Emîn diye sarıldığı Resûl-i Ekrem, Cenâb-ı Hakk’ın da emin bilip kendisine vahyini gönderdiği seçkin bir insandı. Ama dünyaya ve dünyalığa aşırı düşkün olanlar arasında onun bu özelliğini görmeyenler yok değildi. Hz. Ali Yemen’de bulunduğu sırada Peygamber Efendimiz’e bir miktar altın göndermiş, o da bunları, gönülleri dine henüz iyice ısınmamış kimselere vererek onların gönlünü kazanmak istemişti. Samimi müslümanlar “Peygamber ne yaparsa en uygun olanı yapar” diye düşünürken, gönlünü İslâm’a tam olarak teslim edemediği anlaşılan biri:

– Bu altınların bize verilmesi gerekirdi. Biz buna daha lâyığız diye itiraz etti. Resûl-i Ekrem bu itiraza üzüldü:

– Siz bana güvenmiyor musunuz? Ben göktekilerin yani Allah’ın ve meleklerin bile güvendiği biriyim. Sabah akşam bana gökten vahiy geliyor, buyurdu.

O sırada acâyip suratlı, tuhaf giyimli biri, muhtemelen Zülhuvaysıra adlı münafık:

– Yâ Resûlallah! Allah’tan kork! dedi. Elbette bu laf, bir müslümanın edeceği lakırdı değildi. Resûl-i Ekrem:

– Yazıklar olsun sana! Ben Allah’tan en çok korkup sakınan insan değil miyim? buyurdu (Buhârî, Megâzî 61; Müslim, Zekât 143).

Elbette Resûlullah, insanların Allah’tan en fazla korkanıydı. Çünkü Allah’ın gücünü, azâbını ve gazabını, O’nun nelere kadir olduğunu en iyi o bilirdi. Belki de o mütevâzi evinde yiyecek bir şey bulamayıp aç yattığı bir gece, uykudan uyanınca yerde bulduğu bir hurmayı ağzına atmıştı. Sonra da “Ya bu, zekât için gönderilen hurmadan yere düşmüşse” diye sabaha kadar kıvranıp durmuştu. Onun aşırı üzüntüsünü gören eşi perişan olmuştu. Resûlullah’a “Allah’tan kork!” diyecek kadar kabalaşan bir adam, o Peygamberler Şâhı’nın ilâhî bir yasağı çiğnemiş olabileceği endişesiyle ve Allah korkusuyla sabaha kadar gözüne uyku girmediğini nereden bilecekti

YAHUDİLERİN İFTİRASI

Peygamber Efendimiz’in emin bir kimse olduğunu çok iyi bilen bir yahudinin sırf onu üzmek için yaptığı buna benzer bir haksızlık vardır. Efendimiz’in sert bir kumaştan dokunmuş iki elbisesi vardı. Mübarek vücudu terlediği zaman, kalın kumaş Arabistan’ın sıcağında daha da ağırlaşırdı. Hz. Âişe annemiz, giyim eşyası satan bu yahudiye Suriye’den kumaş geldiğini duyunca Resûl-i Ekrem’e daha hafif iki elbise almasını söyledi. Peygamber aleyhisselâm da yahudiye bir adam gönderdi ve eli genişleyince ödemek üzere kendisine iki elbise vermesini istedi.

Aşağılık biri olduğu anlaşılan yahudi, Hz. Peygamber’e hakaret etmek için iyi bir fırsat yakalamıştı:

– Muhammed’in asıl maksadını biliyorum. Malımı dolandırmak istiyor, dedi. Bunu duyan Resûl-i Ekrem şöyle buyurdu:

-“Yahudi yalan söyledi. Allah’a karşı gelmekten en çok benim sakındığımı, emanete en çok benim riayet ettiğimi iyi bilir” (Tirmizî, Büyû‘ 7; Nesâî, Büyû‘ 70).

Üzerlerinde bulunan emanetlere riâyet eden ve verdikleri sözü yerine getirenlerin kurtuluşa ereceklerini belirten âyeti (Mü’minûn 23/8) insanlara tebliğ eden bir peygamber olarak Resûlullah Efendimiz emanet konusunda çok titiz davranırdı. Nitekim Vedâ haccı’nda “Kimin yanında bir emanet varsa, onu hemen sahibine versin” diye sıkı sıkı tembih etmişti.

Emanetin sadece malla, canla sınırlı olmadığını hatırlatmış, bir kimse arkadaşına bir söz söyledikten sonra, acaba bizi duyan oldu mu diye etrafına bakınacak olursa, o sözün de emanet olduğunu söylemişti (Ebû Dâvûd, Edeb 37).

Evlilik hayatıyla ilgili özel durumların bir sır, bir emanet olduğunu hatırlatmış, eşlerden birinin bu sırrı bir başkasına anlatmasının emanete ihanet olduğunu belirtmişti (Müslim, Nikâh 123, 124).

Efendimiz aleyhisselâm’ın, emanete hiyânetin çok kötü bir huy olduğunu hatırlatarak, bu çirkin huydan Allah’a sığındığını hiç unutmayalım. Cenâb-ı Mevlâ’dan ahlâkımızı onun güzel ahlâkına benzetmesini niyâz ederek biz de kötü huylardan Allah’a sığınalım.