Mi’rac Bir Gerçektir
YYaşar Kandemir hocamızın 1995 Aralık ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 118 Sayfa: 024)
Her sene yeni bir Mi’rac gecesinin burcu kokulu havasını duymaya başladığınız zaman, eminim ki, bu mübarek geceyi karşılamanın hazzıyla derinden ürperen gönlünüzde mi’rac çiçekleri tomurcuklanmaya başlar. Kainatın ve öteki alemlerin nice sırları bu gece kendisine açılmış Allah Sevgilisi’nin ümmeti olmanın bahtiyarlığını daha iyi hisseder, şefaat ümidiyle ruhunuz kanadlanır.
Bu satırları yazan kardeşinize bir iki senedir tuhaf bir hal arız oldu. Kalın bir sis tabakası gibi rahatsız edici bir his bulutu, bu duyguları sizin gibi saf ve pürüzsüz şekilde hissetmeme engel olmaya başladı. Mi’rac gecesi yaklaşırken, acaba bu sene yine birileri bir televizyon kanalının başına kurulur da, “size efsanelerden arındırılmış bir isra olayı anlatacağız” diye söze başlayarak gönlümü burkar mı diye tedirgin oluyorum.
Neye Takılıyorlar?
Mi’rac’a efsane gözüyle bakanlar, Peygamber Efendimiz’in bir gece Mekke’deki Mescid-i Ha-ram’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya kadar götürülüşünü, yani İsra hadisesini, Kur’an-ı Kerîm’de, İsra suresi’nin ilk ayetinde zikredilmesi sebebiyle, ister istemez kabul ediyorlar. Şükredelim ki onlar, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem zamanındaki müşrikler gibi, “Mekke ile Kudüs arası bir aylık yoldur; bir insanın bu kadar yolu bir gecede alması, üstelik aynı gece geri dönmesi mümkün değildir”, demiyorlar. Ama onlar, Resûlullah Efendimiz’in Mescid-i Aksa’dan göklere çıkarılışını, yani mi’rac hadisesini, Kur’an’da zikredilmeyip sadece hadislerde geçtiği için kabul etmiyorlar. Zira onlara göre, mi’rac ve benzeri mucizeler, Sahîh-i Buharî ve Sahîh-i Müslim gibi en güvenilir hadis kitaplarında rivayet edilse bile, bu rivayetleri kabul etmek akıl karı değildir. Hele hele Cebrail aleyhisselam’ın her bir semaya geldiğinde içeri girmek için izin istemesi, sonra mi’racdan dönerken Hz. Musa’nın Resûl-i Ekrem’e akıl verip adeta hocalık etmesi, bunun üzerine Peygamber aleyhisselam’ın ikide bir Allah Teâlâ’ya namazların sayısını azaltması için başvurması olacak iş değildir. Böyle sahnelere gerek yoktur. Bu gibi hususlar mi’rac hadisinin sonradan düzülüp koşulduğunu göstermektedir.
Mi’rac hadisesini kabul etmeyenlerin kanaati ve belli başlı itirazları üç aşağı beş yukarı bundan ibarettir. Şimdilik biz onların iddialarını bir yana bırakarak, İslam ümmeti tarafından Kur’an’dan sonra en güvenilir kitap olarak kabul edilen Sahîh-i Buharî’de mi’rac hadisesinin nasıl geçtiğini kısaca görelim:
Mi’rac Nasıl Oldu?
Genellikle hicretten bir buçuk yıl kadar önce Receb ayının yirmi yedinci gecesi meydana geldiği kabul edilen mi’rac olayı kısaca şöyle cereyan etti. Efendimiz Mekke’de iken, birgün Cebrail aleyhisselam yanına geldi. Mi’racda göreceği olağandışı hadiselere onu hazırlamak maksadıyla, mahiyetini bilmediğimiz bir şekilde göğsünü yarıp içini yıkadı ve orayı iman ve hikmet ile doldurdu. Sonra elinden tutup onu önce dünyaya en yakın semaya, daha sonra da diğer semalara çıkardı. Birinci semada Hz Adem, altıncısında veya yedincisinde Hz. İbrahim olmak üzere muhtelif peygamberleri gördü. Kendisine Sidretül-münteha denilen ve ötesine geçilemeyen güzelliklerle ve sırlarla dolu bir yer ve cennet gösterildi. Allah Teâlâ bu seyahatte mahiyetini bilmediğimiz bir şekilde Resûlullah Efendimiz ile konuştu ve elli vakit namazı farz kıldığını bildirdi. Kainatın Efendisi geri dönerken Hz. Musa ile görüştü. Hz. Musa ona bazı tecrübelerinden bahsetti. Vaktiyle Tur’a çıktığında Allah Teâlâ’dan bazı emirler alarak döndüğünü, fakat bu emirleri ümmetinin yerine getirmediğini söyledi. Resûl-i Ekrem Efendimiz’e, ümmetin bu kadar namazı kılamaz; sen tekrar Rabbi’ne dön ve namazın miktarını azaltmasını niyaz et, dedi. Resûlullah Efendimiz Hz. Musa’nın tavsiyesi üzerine Cenab-ı Hakk’a, namazların miktarını azaltması için birkaç defa başvurdu. Sonuncu müracaatında Allah Teâlâ bu miktarın beş olduğunu ve artık bunun değişmeyeceğini belirtti. Sonra tekrar dünyaya döndü.
Mi’rac denilen göklere yükselme hadisesi ile İsra adı verilen Mekke’den Kudüs’e gidip dönme olayının aynı gece mi, yoksa ayrı ayrı gecelerde mi olduğu, bunların kaç defa meydana geldiği, Peygamber aleyhisselam uykuda iken mi, yoksa uyanıkken mi cereyan ettiği konusundaki tartışmalara bu kısa yazımızda yer vermemiz mümkün değildir. Yalnız İslam alimlerinin büyük çoğunluğu, İsra hadisesinin hem ruh hem de bedenle meydana geldiğinde fikir birliği etmiştir. Yine onların birçoğu, Resûlullah’ı o büyük yolculuğa hazırlamak üzere bu olayın önce rüyada ruhuyla, sonra da uyanıkken bedeniyle meydana geldiğini söylemiştir. Mi’rac hakkında geniş bilgi edinmek isteyenler, Tecrîd-i Sarih Tercümesi’ne başvurabilirler (II, 261-280, hadis nr. 227).
Cebrail’in Geldiğine İnanıyoruz da!
Allah Teâlâ’nın sonsuz kudretine iman eden kimseler, onun daha nice alemlerin rabbi olduğunu ve nice harikalar yarattığını duraksamadan kabul ederler. Zira onların “ben sadece gözümle gördüğüme inanırım” diye bir saplantıları yoktur.
Mi’rac hadisini, Efendimiz’in birçok mücizesini gözüyle görüp ona inanan ashab-ı kiramdan tam yirmi beş kadar mümtaz şahsiyet rivayet etmiştir. Müşrikler İsra hadisesini ilk duydukları zaman inanmamışlar, fakat Resûlullah Efendimiz’i, o gece gittiğini söylediği yerler hakkında ince bir imtihana çektikten ve her sorduklarına cevap aldıktan sonra derin bir hayrete düşmüşlerdir. Fakat Hz. Ebü Bekir başta olmak üzere ashab-ı kiram, “bu olayı o anlatıyorsa doğrudur” diyerek mı’rac mücizesine inanmışlardır.
Biz de sahabe efendilerimiz gibi mi’rac hadisesini tereddüt etmeden kabul ediyoruz. Cebrail aleyhisselam’ı görmediğimiz halde onun, sabah akşam demeden, gündüzün ve gecenin bir saatinde göklerin ötesinden haber getirdiğine inanıyoruz da, o haberleri gönderen Allah’ın, daha başka harikalarım göstermek üzere haberci meleğinin rehberliğinde Resûlü’nü alıp göklere götürmesine ne diye inanmayacakmışız ki! Fevkalade oluş itibariyle bu iki olay arasında ne fark var ki! Bir ilim adamı çıkıp göklerin derinliklerindeki bir olayı teleskobuyla gördüğünü söylediği zaman ona inanmıyor muyuz? Hatta ilme ve ilim adamına olan derin itimat ve güvenimiz sebebiyle ona itiraz etmek bile aklımıza gelmiyor. Her hangi bir insan için durum böyle de, Allah’ın buyruklarım bize getirdiğine iman ettiğimiz bir Peygamber’ın göklerin derinliklerinde gördüklerine dair verdiği bir habere ne diye ve hangi sebeple itiraz edeceğiz!
Biz, mi’rac hadisesini anlatan Resûlullah’a inandığımız kadar, bu olayı ondan duyduğu gibi bize nakleden ashab-ı kiramın sözlerine inanıyor, bu sözlerin, yani hadislerin onlardan bize sağlam bir şekilde geldiğini de biliyoruz.
Yoksa anlatılan bunca olayın bir geceye sığdırılması mı garip geliyor? Allah’ın sonsuz kudretine gerçekten inanıyorsak, bunun neresi garip olabilir ki! Anadan doğma kör ve sağır birim düşünelim. Bu adamın gözünün ve kulağının bir anda açılıverdiğini varsayalım. Bize son derece tabii gelen şu alemdeki binbir mucizeyi, birbirine benzemeyen yüzleriyle insanları, hayvanları, kuşları, bitkileri, çiçekleri birden görüverse, orların seslerini, müziklerini, cıvıltılarını aniden duyu-verse, acaba bu adam neler hissederdi diye bir düşünelim. Onu da bir yana bırakalım, bizim vucudumuzda ve etrafımızda her an olup biten harikalar, esasen birer mucize değil midir? Bu mucizelerin mi’rac mücizesinden farkı, bunların her zaman görülmesi ve yaşanması sebebiyle bize tabii ve normal gelmesinden ibarettir. Herşeyi yoktan var ettiğine ve her an harikulade şeyler yarattığına seksiz şüphesiz iman ettiğimiz Allah için zor ve imkansız birşey tasavvur edilebilir mi?
Çölün ortasındaki Yüzük
Kur’an-ı Kerîm’de yedi sema’dan bahsedilir. Bunlardan bize yakın olanı, Allah Teâlâ’nın yıldızlarla süslediğini haber verdiği dünya semasıdır. Bu semayı kaplayan bir başka sema, onu içine alan bir başka sema, kısacası birbirini kuşatan yedi sema bulunmaktadır. Her zaman okuduğumuz ayetü’l-kürsî’de, Allah Teâlâ’nın kürsüsünden bahseden ayetteki “vesia kürsiyyühü’s-semavati ve’l-ard = Allah’ın kürsüsü gökleri ve yeri içine alır” ifadesi, şayet biraz düşünecek olursak, bizi derin bir hayrete ve hayranlığa sevk eder.
Şu hadîs-i şerif, adeta bu ayeti açıklamakta, göklerin ve yerlerin büyüklüğü hakkında bilgi kırıntısı sunmaktadır. Peygamber Efendimiz yedi kat gök ile yedi kat yerin büyüklüğü konusunda fikir vermek için buyuruyor ki, Allah’ın kürsüsü yanında yedi kat gök ve yedi kat yerin büyüklüğü, çölün ortasına atılmış bir yüzük halkası kadardır. Sonra da Kürsî’yi Arş’ın kapladığım belirterek şöyle buyuruyor: Arşın kürsüye göre büyüklüğü ise, çölün halkaya olan büyüklüğü kadardır (İbn Hibban’ın Sahîh’inden naklen İbn Hacer, Fethü’l-barî, XXVIII. 191)
Cenab-ı Hak işte bu muazzam alemin sahibidir. Mi’rac’da Habîb-i Ekrem’ine bu muazzam alemini göstermek istemiştir. Allah’ın Resulü bu harikulade seyahatini ve orada gördüğü harika şeyleri bize anlatabilmek için, anlayabileceğimiz bir üslup kullanmış, hatta zaman zaman mecazî anlatıma başvurmuştur.
Mi’rac hadisesinde bazı kimselerin takılıp kaldığı noktalardan biri, Cebrail aleyhisselam’ın Peygamber Efendimiz’le birlikte bir semadan ötekine geçerken, o semanın bekçisinden izin almış olmasıdır. Böyle bir izne ne gerek var, diyorlar. Hem izin konuşanda hem de mi’rac hadisesiyle ilgili diğer hususlarda bir düşünce hatası yapılıyor. Bir insan mi’racı ya kabul eder veya etmez. Kabul ederse, hadisenin keyfiyeti onu hiç mi hiç ilgilendirmez. Cenab-ı Hak Resûlü’nü mi’raca dilediği şekilde çıkarır. Bu hususta fikir yürütmeye kalkmak, gerçekten haddini bilmemek olur. Her bir semadan ötekine geçerken Allah Teâlâ’nın, Resûlü’ne, semaların melekler tarafından korunduğunu göstermek istediğini düşünemez miyiz?
Neden Hz. Musa?
Bazılarının takıldığı bir diğer husus da, elli vakit namazın azaltılması için Hz. Musa’nın Resûl-i Ekrem’e görüş bildirmesi, onun da defalarca Cenab-ı Hakk’ın huzuruna çıkmasıdır. Hz. Peygamber’in Hz. Musa’dan akıl almaya ihtiyacı mı var? Üstelik Cenab-ı Hakk’ın huzuru nasıl bir yerdir ki, ikide bir Hz. Peygamber oraya gidiyor? Haşa Allah Teâlâ belli bir mekanda mı bulunuyor, diyorlar.
Halbuki mi’rac hadisesinin bu cephesinde de de pek hoş incelikler var. Bir defa Hz. Musa rastgele biri değil, İsrailoğulları gibi zor insanlarla uğraşmış büyük bir peygamberdir. Efendimiz’e tecrübesinden söz etmiş, elli vakit ibadetin insanlara ağır geleceğini hatırlatmıştır. Burada Hz. Peygamber’i küçük düşürecek, onu Hz. Musa’nın talebesi yerine koyacak bir durum kesinlikle yoktur.
Kanaatimce burada, Allah Teâlâ hem bize hem de Resûlü’ne olan lütfunu çarpıcı bir şekilde anlatmaktadır. Vacip Teâlâ Hazretleri isteseydi, “size beş vakit namazı farz kıldım”, buyururdu ve mesele orada biterdi. Ama elli vakti beş vakte indirmek suretiyle bize ne büyük bir lütufta bulunduğunu iyi kavramamız istemiştir.
Namazların sayısını azaltma konusunda şefaatte bulunması için Resûlü’nü defalarca huzuruna celbederek ona olan lütfuna gelince: Diğer zamanlarda Cenab-ı Hakk’a dua ve niyazlarını yedi kat göklerin berisinden sunan Peygamber-i Zîşan, bu defa, göklerin ötesinde, mahiyetini bilmediğimiz bir yerde, derin bir hayret ve hayranlık duyulacak bir mevkide O’na kulluğunu arzet-miş, sonra da aklı fikri orada kalarak bu sırlarla dolu alemden ister istemez ayrılmak zorunda kalmıştır. Hz. Musa’nın, namazın miktarını azaltmak maksadıyla geri dönüp tekrar huzura çıkması teklifi, ona hem ümmeti hem de kendisi namına pek cazip gelmiş, gönlünü bir türlü koparamadığı o aleme bir daha çıkmanın zevkini tekrar tekrar tatmıştır. Kısaca söylemek gerekirse, kimilerine manasız gibi gelen bu hal ile Cenab-ı Hak, hem kullarına hem de Resûlü’ne sayısız lütuflarda bulunmuş; ayrıca Resûlullah Efendimiz’in namazların sayısını azaltması hususundaki şefaatlerini her defasında kabul etmek suretiyle, ona verdiği değeri de herkese göstermiştir.
Allah Teâlâ mi’racın bu merhalesinde Hz. Musa’yı devreye sokmakla bize birşeyi daha hatırlatmak istemiş gibidir. Vaktiyle Hz. Musa Allah Teâlâ’yı görmek istemiş, O da buna dayanamayacağını söyleyerek dağa tecelli etmişti [A’raf süresi (7), 143). Şüphesiz Hz. Musa için bir şeref olan bu hadise yeryüzünde cereyan etmişti. Kainatın Rabbi, Resulü Kibriya’sına da mahiyetini bilemediğimiz bir ikramda bulunmak istemiş, fakat onun üstün değeri sebebiyle bu ikramı yeryüzünde değil, göklerin ötesinde lütfetmeyi uygun görmüş ve onu sırlarla dolu bir aleme alıp götürmüştü. Böylece bize iki peygamberi arasındaki farkı farkettirmek istemişti.
Sevgili kardeşlerim, bu sohbette, mi’rac hadisesini ve onunla ilgili bazı itirazları, bize ayrılan köşeyi zorlamak suretiyle kısaca ele aldık ve şunu belirtmeye çalıştık: Allah Teâlâ sonsuz kudretinin bazı pırıltılarını ve mahiyetini bilemediğimiz lutuflarını Resûl-i Ekrem’ine göstermek istemiş ve onu uygun gördüğü bir şekilde yeryüzünden alıp yedi kat semasını gezdirmiştir. Resûlullah’a göklerin ötesinden yirmi üç sene boyunca haber geldiğine gerçekten inanan bir insanın mi’rac hadisesini yadırgaması, gerçekten olacak iş değildir. Mi’rac hadisesinin şekline takılarak, “şu neden şöyle değil de böyle oldu” gibi itirazlara yeltenmek ise, en hafif manasıyla, kendini ve haddini bilmemektir. Yüce Rabbim’den gönüllerimizi mi’rac aydınlığı ile parıldatmasını niyaz eder, O’nun sonsuz rahmetine nail olmanızı dilerim.