İnancın Gücü

YYaşar Kandemir hocamızın 1998 Nisan ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 146 Sayfa: 024)

Dünya yine o dünya. Değişen bir şey yok. Hak da bâtıl da yerli yerinde duruyor. Hâbil de aramızda Kâbil de. Ebû Cehiller bangır bangır bağırarak kol geziyor. Ebû Bekirler suskun.

Bir zamanlar Bilâl-i Habeşî’nin annesi Hamâme el-Habeşiyye, tıpkı oğlu gibi kâfirlerden ağır işkenceler gördü. İran asıllı Zinnîre dininden vazgeçmesi için dövüldü, sövüldü. Onu bıkıncaya kadar döven efendisi “Sana acıdığım için bıraktığımı sanma, yorulduğum için ara verdim” derdi. Zinnîre Ebû Cehil’den gördüğü ağır işkenceler yüzünden gözlerinden oldu. Ammâr İbni Yâsir’in annesi Sümeyye, kızgın güneş altında dayanılmaz işkencelere tâbi tutuldu ve sonunda zâlim Ebû Cehil’in kanlı mızrağıyla İslâm’ın ilk şehidi olma şerefine erişti. Efendileri o pırlanta insanları bin bir işkence altında inim inim inletirken kendilerine bir çıkış yolu gösteriyor: ‘İmanından dön, işkenceden kurtul!’ diyorlardı. Ama onlar inançlarından en küçük bir tâviz bile vermiyorlardı. Bunlar, tarih boyunca inançları sebebiyle zulüm gören binlerce hanımdan üçü.

İnanç mazlûmu analar, keşke tarihin uzak bir köşesinde kalsalardı. Ne yazıkki Hamâmelerin, Zinnîrelerin, Sümeyyelerin çilekeş torunları ya kızımız, ya kız kardeşimiz, ya yeğenimiz veya komşumuzun çocuğudur. Ama onlar her şeyden önce din kardeşimizdir. Başlarını örtmenin dinin emri olduğuna inandıkları için örtünüyorlar. Onlara Çin işkencesi yapan çağdaş zâlimler, tıpkı seleflerinin yaptığı gibi kendilerine bir çıkış yolu gösteriyor ve ‘Başını aç, içeri gir; bu işkenceden kurtul!’ diyorlar. Ağlamaktan göz pınarlarının kuruduğunu gördüğümüz bu mazlûm yavrulara baktıkça Hamâmeleri, Zinnîreleri, Sümeyyeleri hiç unutamıyoruz.

Bu iffet timsâli çocuklarımızı, başları örtülü olduğu için okullarına, fakültelerine almamak bir zulüm ve haksızlık ise, ki elbette öyledir; onların melek sîmâlarını daha bir güzelleştiren başörtülerini siyâsî bir simge kabul etmek ikinci bir zulümdür. Onların, elbette ve elbette imanlarının tezâhürü olan başörtülerini siyâsî bir simge diye küçümsemek isteyenler, eğer vebâl ve günah mefhumlarından haberdâr iseler, taşınması zor bir vebâli omuzladıklarını, iftira derecesinde bir günahı yüklendiklerini iyi bilmelidirler.

Bu yavruların acısını, başlarını süsleyen örtünün kıymetini bilenler ve melek yüzlerinin aydınlığındaki Asr-ı saâdet parıltısını görenler duyabilir. Onları, gönüllerinde aynı imanı taşıyanlar, dinlerini gözleri gibi sakınanlar takdir edebilir. Peygamber aleyhisselâm, mü’min olmanın hazzını, “Allah kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli gören kimsenin duyacağını” söylemişti (Buhârî, Îmân 9, 14; Müslim, Îmân 67). İşte bu hassas ölçüyü kavrayabilenler onların derdini ve hüznünü anlayabilir. Demekki mü’min, inançlarından sıyrılıp yeniden imansızlığa dönmeyi, ateşte cayır cayır yanmak gibi korkunç ve azâb verici görebilen insandır. Bu çocuklar başlarını açmayı elbette imansızlık saymıyorlar. Ama onlar başörtülerini atmayı bir tür çıplaklık sayıyorlar; bir nevi iffetsizlik görüyorlar, bu davranışı inançlarından tâviz vermek kabul ediyorlar. Bu da şüphesiz onların dinlerine olan bağlılıklarından kaynaklanıyor.

Başörtüsünü çıkarmak dinsizlik değildir. Başörtüsü takmayan müslüman hanımlar da elbette dinsiz değildir. Ama başörtüsüyle bütünleşen, onu çıkarmayı dininden, imanından önemli bir esası yitirmek şeklinde telakki eden insanı da anlamak ve takdir etmek gerekir.

Bu memlekette yaşadıkları, bu toprağın ekmeğini yiyip suyunu içtikleri halde bu ülkede yaşayan müslümanların inancından, mânevî değerlerinden ve duygularından bu kadar uzak kalabilen, dolayısıyla onları hiç anlamayanlar acaba hangi gezegenden gelmişlerdir? Başörtüsünü “siyâsî simge” kabul edenler, haydi diyelim ki kendi insanlarını tanımıyorlar; ama bazı insanların bunu bir inanç konusu yapabileceğini ve inançları sebebiyle örtünebileceklerini de mi düşünemiyorlar? İnsanın inancına saygılı olmanın bir insânî meziyet olduğunu da mı bilmiyorlar? Her şeye siyâset gözüyle bakanlar, inancın siyâsetle kıyaslanamayacak kadar yüce ve aziz bir değer olduğunu gerçekten idrâk edemiyorlar mı? Yoksa onların böylesine üstün tutacakları bir değerleri yok mu?

ZAFER KİMİN?

Kur’ân-ı Kerîm, mü’minlere zulmedenlerin korkunç âkıbetlerini gözler önüne serer. Allah’a gönül verenleri inançlarından dolayı aşağılayan ve onları haklarından mahrum edenlerin başlarına gelenleri anlatır.

Yüce Rabbimizden öğrendiğimize göre; gücüne, kuvvetine güvenen ve kendini beğenen bazı merhametsizler bir zamanlar Şuayb aleyhisselâm’a,

– Ey Şuayb! Şayet sen ve sana inananlar bizim inandığıma inanmazsanız, sizi memleketimizden çıkaracağız, demişlerdi. Hz. Şuayb onlara:

– İstemesek de mi? diye sorduktan sonra, Allah bize doğru yolu gösterdikten ve sizin dininizden kurtardıktan sonra tekrar ona dönersek Rabbimize karşı yalan uydurmuş oluruz. Sizin dininize dönmek, bizim için olacak şey değil, demişti. Ona inanan mü’minler de öyle düşünmüş, hiçbiri inancından tâviz vermemiş ve kendilerine yapılan haksızlıklara sabırla göğüs germişlerdi.

Şuayb peygambere samimiyetle inanan mü’minler, çektikleri zulüm canlarına tak ettiği bir gün Allah’a el açıp yalvarmışlar; “Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet!” diye dua etmişlerdi. Kendilerini güçlü zanneden o zorbaları, sonunda öyle şiddetli bir deprem yakaladı ki, “Yurtlarında diz üstü donakaldılar. Şuayb’ı yalanlayanlar, sanki yurtlarında hiç yaşamamış gibi silinip gittiler” (Bu olay için bk. A’râf sûresi 7/88-93). Sonunda Allah’a gönül verenler kazandı. O güzelim yurtları, yuvaları yine onlara kaldı. Ötekiler yok olup gitti.

Allah’a inanan, inandıkları gibi yaşamak isteyen, haklarını kaybetseler bile inançlarından en ufak tâviz vermeyen mü’minlerle uğraşmak hiç de akıl kârı değildir. Onlar zayıf, güçsüz, çelimsiz görünseler bile, arkalarında bütün güçleri elinde tutan bir güç vardır. “Mazlûmun bedduasından sakın!” buyuran Peygamber’e kulak vermek lâzımdır. Zira mazlûmun âhına tutulanın iflâh olduğu görülmemiştir.

Mü’mini ancak mü’min anlar. Onun iman gücünü, inancı için her şeyi yapabileceğini, dünyevî hiçbir hazzı ve değeri inancıyla mukayese etmeyeceğini ancak onun gibi iman eden kimse bilir. Dünyaya değer verenler; dünya malını her şeyin üstünde tutanlar, dünyevî zevklere esir olanlar; mü’minin makamı, mevkii, hatta diplomayı hiç önemsemediğini anlayamazlar. Onun dünyayı da, dünya malını da, dünyevî zevkleri de bir pula satacağını akıllarına sığdıramazlar.

İFFETİN SİMGESİ

Dünya güzeli bir kadının, kendisiyle beraber olma teklifini hangi yiğit reddedebilir? Hz. Yûsuf’un, iffetini koruma düşüncesiyle böyle bir teklifi reddetmesindeki yiğitliği, ancak iffeti onun gibi anlayanlar takdir edebilir. Nice insanları cüceleştirip köle eden yasak bir hazzı elinin tersiyle iterek “Rabbim! Bana zindan, bunların benden istediklerinden daha iyidir!” (Yûsuf sûresi 12/33) diyen Yûsuf aleyhisselâm’ı, evet sadece mü’minler anlayabilir. Bu yiğitçe davranışın iffetle alâkasını görmeyen, böyle bir durumda erkeğin iffeti mi olurmuş diye düşünen, hatta bu davranışı bir nevi kabalık, bir tür zevksizlik sayan bir zihniyetin sahipleri, başlarını sadece ve sadece İslâmî iffet duygusuyla örtenleri elbette anlayamazlar. Onlar, zihinlerinde böyle bir mefhum bulunmadığı için bu davranışa bir ad bulamazlar da, onu kendi sakat ve bulanık düşüncelerindeki mânasız bir ifadeyle “siyâsî simge” diye basitleştirirler. Yüksek sesle bir daha söyleyelim: Bugün fakültesinin son sınıfına gelmiş, ama ne yazıkki diplomayla başörtüsü arasında bir tercih yapmak zorunda bırakılmış bir İslâm kızının “ille de başörtüm” diye feryat etmesindeki derinliği ve asâleti, başkaları değil, ancak onun gibi düşünenler görebilir.

Bu yiğit kızları, onların dert ve ıstırabını gönülden anlamakla beraber, onlara lâyık oldukları adı bulmakta esasen ben de zorlanıyorum. Gösterdikleri kahramanlığa bakıp, Acaba “erkeklik”, “yiğitlik” mefhumları anlam mı değiştirdi, diye kendime soruyorum. Mahzun ama müftehir bakışlarımı mâzinin derinliklerinde kalan diğer yiğit analara çeviriyorum. Kurtuluş savaşından, tâ Yermük savaşında, çadır direğiyle dokuz Bizanslıyı tepeleyen kadın sahâbîlerden Esmâ binti Yezîd anaya kadar gidiyorum.

Sonra anlıyorum ki, iyi ile kötünün mücâdelesi bitmemiştir. Bu mücâdele zaman zaman zayıflamış görünse bile, kesinlikle bitmeyecektir. Zira mücâdelenin bitmesi demek, dünyanın zevâli demektir. İman edenler, şöyle veya böyle, cennetin bedelini mutlaka ödeyecekler ve sonunda yine onlar kazanacaktır.

Sohbetimizi bir hadîs-i şerîfle bitirelim:

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem, Mekke’nin Ebtah mevkiinde kızgın taşlar üzerinde zâlim efendileri tarafından ağır işkencelere tâbi tutulan Ammâr, babası Yâsir ve annesi Sümeyye’nin yanına uğramış, onların yürek paralayan halini yaşlı gözlerle seyretmiş, onları zâlimlerin elinden kurtaracak imkânı bulunmamış, yanlarından ayrılırken kendilerini şöyle teselli etmişti:

“Ey Yâsir ailesi! Sabredin! Çünkü gideceğiniz yer cennettir!” (Hâkim, el-Müstedrek, III, 383).