Huzurundaymış Gibi

YYaşar Kandemir hocamızın 1993 Şubat ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 084 Sayfa: 024)

Asil insanlar, gördükleri iyiliği unutmazlar. Yardımını gördükleri kimseyi minnetle anar, hatırasına sevgiyle bağlanırlar. Bu iyilik onların manevî dünyasını güzelleştirmişse, minnet ve şükranları daha da artar.

Bize müslüman olmanın sonsuz bahtiyarlığını getiren, insanca yaşamayı öğreten, kurtuluş yolunu gösteren Resülullah sallellahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e minnet ve şükran borçluyuz. Onu minnetle anmak, hatırasına sevgiyle bağlanmak ve gösterdiği yolu izlemek birinci vazifemizdir.

Saadet Devri’nden 1400 sene sonra gelen biz zavallı garipler, Fahr-i Cihan’ın güzelleştirdiği o gül devrini göremedik. Bülbül olup etrafında ötemedik. Eşiğine yüz sürme hazzını tadamadık. Ama o Rahmet Peygamberi’ne duyduğumuz sevgiyi, bütün varlığımızla hissettiğimiz saygıyı gösterme imkanına her zaman sahibiz. Bize onun ümmeti olma şerefini lutfeden Cenab-ı Mevla’ya hamd ü senalar olsun…

İsm-i Şerifi Anılınca

Bizden bin yıl önce yaşadığı için Saadet Devri’ne daha yakın olan Kurtubalı zahid ve fakih îshak ibni ibrahim et-Tücibî, nasihatler demek olan en-Nesaih adlı meşhur eserinde mü’minlere öğütler vermiş, Resülullah Efendimiz’e nasıl saygı göstermek gerektiğini anlatmıştır. Bu değerli alimin pek güzel ifade ettiği üzere:

Peygamber-i Zişan Efendimiz’in güzel adım anınca veya bulunduğumuz mecliste ism-i şerifi anılınca, şayet o Devletli Sultan’ın karşısında bulunsaydık, kendilerine nasıl hürmet edecek isek, işte öyle davranmalıyız. Adını duyunca son derece mütevazi olmalı, derin bir huşu hissetmeli, saygıların en yücesini göstermeliyiz…

İkinci Abbasî halifesi Mansur ile Medineli büyük muhaddis ve Maliki mezhebinin imamı, Resülullah Efendimizin tavizsiz aşığı Malik îbni Enes, birgün Mescid-i Nebevî’de bir konu etrafında görüşüyorlardı. Bir ara Halife, nerede bulunduğunu unutmuş olmalı ki, yüksek sesle konuşmaya başadı. İmam Malik hemen müdahale etti:

– Ey Müminlerin Emiri! Bu mescidde sesini yükseltme! Zira Allah Teala Peygamber’ine nasıl davranmak gerektiği konusunda bir kavmi eğiterek şöyle buyurdu:

“Ey iman edenler! Peygamber’in sesini bastıracak şekilde sesinizi yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın. Aksi halde siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.”

İmam Malik sözüne devamla dedi ki:

Allah Teala bir kavmi medhederek şöyle buyurdu:

“Allah’ın elçisinin huzurunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allah’ın kalblerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükafat vardır.”

Malik İbni Enes halifeyi uyarmaya devam etti:

Cenab-ı Hak bazı bedevileri kötüleyerek şöyle buyurdu:

“(Resulüm!) Sana odaların ötesinden bağıranların, çoğu, aklı ermez kimselerdir.”[Hucurat Süresi, (49), 2-4]

İmam Malik sözünü şöyle bitirdi:

Unutmamak gerekir ki. Resul-i Ekrem’e sağlığında nasıl hürmet ediliyorsa, vefatından sonra da öyle davranmalıdır.

Bu güzel öğütleri memnuniyetle kabul eden Halife Mansur, o büyük fakih ve muhaddise şöyle sormak ihtiyacını hissetti:

– Hz. Peygamberi ziyaret ettikten sonra, kıbleye dönerek mi dua edeyim, yoksa Resülullah’a dönerek mi?

Malik İbni Enes şu cevabı verdi:

– Kıyamet günü hem sana hem baban Adem aleyhisselam’a şefaat edecek olan Resül-i Kibriya’dan yüzünü niye çevirecekmişsin? Hayır, hayır, yüzünü ona dön; şefaatini niyaz et ki, Cenab-ı Mevla da onun şefaatini kabul edip seni bağışlasın. Allah Teala buyuruyor ki:

“Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman  sana gelseler de Allah’ın affını dileselerdi; Peygamber de bağışlanmaları için dua etseydi, Allah’ın tövbelerini kabul edici ve bağışlayıcı olduğunu görürlerdi.” [Nisa Süresi (4), 64]

Dahîlek Ya Resülallah

Peygamber aleyhisselam’m Allah katındaki değerini, mü’minlerin dünya ve ahiret hayatındaki yerini gösteren bu ayetler ve güzel sözler, bize hem Peygamber’e nasıl saygı göstermek gerektiğini öğretiyor hem de onun tutunacak yegane dal olduğunu gösteriyor.

Hazır konu buraya gelmişken Vasıf-ı Enderünî diye bilinen İstanbul’lu Osman Vasıf Bey’in (ö. 1824) diliyle “dahîlek ya Resülallah=Sana sığındım ya Resülallah!” diyerek Efendimizden şefaat niyaz delim

Beni reddetme bab-ı devletinden
Dahîlek ya Resülallah dahîlek
Uzak tutma beni de ümmetinden
Dahîlek ya Resülallah dahîlek

Gel ey zîba nihal-i bağ-ı hazret
Kıyamette bana eyle inayet
Senindir mücrime ol gün şefaat
Dahîlek ya Resülallah dahilek

Cenabından eğer olmazsa şefkat
Hülasa bende yoktur kabiliyyet
Umurum hep sana kıldım emanet
Dahîlek ya Resülallah dahilek

Eğerçi cümleden çoktur günahım
Velîkin gam yemem hiç padişahım
Ki sensin evvel ü ahir penahım
Dahilek ya Resülallah dahîlek

Meded, aşkınla bî sabr ü şekîbim
Cemalin gülşeninde andelîbim
Kulun da ümmetinden bir garibim
Dahîlek ya Resülallah dahîlek

Aman ey rüh-i alem can senindir
Dil-i bimarıma derman senindir
Ne emreyler isen ferman senindir
Dahîlek ya Resülallah dahîlek

Kulun Vasıf bir özge müpteladır
Demadem çehre say-i hak-i padır
Şefiimsin ümidim hep sanadır
Dahîlek ya Resülallah dahîlek

İmam Malik ile halife Mansur arasında geçen bu konuşmada olduğu gibi, bizim büyük alimlerimiz, gerektiğinde halifeleri, sultanları eğitmişler, onlara Resülullah’a karşı takınılması gereken saygıyı öğretmişler ve büyük şairimiz Nabî’nin yaptığı gibi, Makam-ı Mustafa’da takınılması gereken edebi hiç çekinmeden hatırlatmışlardır:

Sakın terk-i edebden ku-yi mahbub-i Huda’dır bu
Nazargah-ı ilahîdir makam-ı Mustafa’dır bu.

Ebü Kuhafe’nin Oğlu

Büyükler soylu işler yaparlar. Onların edebi mükemmel, saygısı daha bir asildir. İslam ümmetinin edep muallimlerinden Hz. Ebu Bekir’in, Fahr-ı cihan Efendimize gösterdiği hürmetin arzedeceğim şu misali bunu göstermektedir:

Küba’da oturan Amr îbni Avf oğulları arasında bir kavga çıkmıştı. Resülullah Efendimiz bir öğle vakti, onların birbirini taşlayarak kavga ettiğini öğrendi. Ümmetinin çekişmesine, birbirine küsmesine gönlü hiç razı olmayan Allah Resulü yanındaki sahabilere:

– Haydi gidelim şunların arasını bulalım. dedi ve Küba’nın yolunu tuttu.

Giderken de müezzini Bilal-i Habeşî’ye:

– Şayet ikindi namazına gelemezsem, Ebu Bekir’e söyle, namazı o kıldırsın, buyurdu.

Efendimiz kavgacıları barıştırmak için bir müddet orada kaldı. Bu arada namaz vakti girdi. Bilal Ebu Bekir radıyallahu anh’a gelerek:

– Ebü Bekir! Resülullah sallellahu aleyhi ve sellem gelemedi. Namaz vakti de girdi. Namazı kıldırır mısın, yoksa bekleyelim mi? diye sordu.

Hz. Ebü Bekir de, hem namazı vaktinde kılmak, hem de yaşlıları iş ve güç sahiplerini bekletmemek için:

– İstersen kılalım, dedi.

Bilal ezan okudu. Hz. Ebu Bekir de öne geçip tekbir aldı. Müslümanlar da ona uydular.

İşte bu sırada Resülullah sallellahu aleyhi ve sellem geldi; safların arasından öne geçti.

Onu gören cemaat, asıl imamın geldiğini Hz. Ebu Bekir’e haber vermek için el çırpmaya başladı.

Ebü Bekir, radıyallahu anh, “namazda sağa sola bakmak, namazın bir kısım sevabım şeytanın kapıp kaçmasıdır.” hadisini bildiği için, namaz kılarken başını çevirip hiçbir yana bakmazdı. Cemaatın durmadan el çırpması üzerine dönüp baktı ve yanı başında duran iki Cihan Sultanı Efendimizi görüverdi. Arkadaki safa çekilerek makamı asıl sahibine bırakmak istedi. Fakat Nebiyyi Muhterem sallellahu aleyhi ve sellem, ona yerinde kalması için işaret etti.

Bu büyük iltifatı gören Hz. Ebü Bekir, derin bir haz duydu. Dayanamayıp ellerini kaldırarak Allah’a hamd etti ve arkadaki safa girinceye kadar geri gitti.

O zaman Resülullah sallellahu aleyhi ve sellem öne geçerek namazı kıldırdı. Namazdan çıkınca, halka dönerek, böyle durumlarda kadınların el çırpacağını, erkeklerin ise sübhanallah diyeceğini öğrettikten sonra, gülümseyerek sevgili arkadaşı ve kayın pederi Hz. Ebu Bekir’e döndü:

– Ebu Bekir! Yerinde kal diye işaret ettiğim halde niçin namazı kıldırmadın? diye sordu.

İşte o zaman Hz. Ebu Bekir saygıların en üstünü, edeblerin en mükemmeli diyebileceğimiz, harikulade güzel şu cevabı verdi:

– Ebu Kuhafe’nin oğluna, Resulullah sallellahu aleyhi ve sellem’in önüne geçip namaz kıldırmak yakışmazdı…

Sana canlar kurban olsun Ebu Bekir!… Sen Resulallah’ın yarı ğari, bu ümmetin medar-ı iftiharısın. Cenab-ı Hakk’ın Resulü yanında insanoğlunun esamisinin okunmayacağını ifade etmek üzere, adını bile söylemeyerek, kendinden “Ebü Kuhafe’nin oğlu” diye söz etmen ne büyük tevazu ve ne şahane edeptir!… Cenab-ı Mevla bizleri senin şefaatına nail eylesin… (Amin, ya Muin).