Her Şey Ona Aşık

YYaşar Kandemir hocamızın 1995 Temmuz ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 113 Sayfa: 024)

Allah’a ve O’nun Resulu’ne gönül veren herkes, sevgi alfabesini hecelemeye başlayan birer aşk okulu talebesidir. Dersleri ilerledikçe sevgileri de artar; sevdiklerini canlarından da üstün tutmaya başlayınca, aşk denizine yavaşça dalıverirler. Balığa göre su ne kadar hayati ise, bu engin aşk dünyası da onlar için vazgeçilmez olur. Feryad ü figanlarına bakıp da onları hasta sananlar ve bu gerçek aşıkları büyülü sevgi ikliminden koparmaya kalkışanlar, onların iyiliğini değil, kötülüğünü istemiş olurlar. Manevî aşkı en güzel terennüm eden ve Peygamber aleyhisselam için yazdığı meşhur Su Kasidesi’yle gönül sultanlarının başında geldiğini ortaya koyan Fuzulî (ö. 1556), aşk derdinden son derece hoşnut olduğunu, ondan asla kurtulmak istemediğini, kendisini bu güzel dertten kurtarmaya kalkan tabîbin ona derman değil zehir sunacağım şu beytiyle ne güzel ifade eder:

Aşk derdiyle hoşem, el çek ilacımdan tabîb!
Kılma derman, kim helakim zehri dermanındadır.

Aşk derdiyle bahtiyar olan, gönlünü Resûlullah aşkıyla dağlamayı en büyük saadet kabul eden aşıklardan biri de Mustafa Zekayî’dir (ö. 1812). Allah’ın Sevgilisi’ne azad kabul etmez bir aşkla bağlı olan ve bu sevdasını yazdığı birçok na’tle ortaya koyan Mustafa Zekayî, Şah-ı Enbiya Efendimiz’e şöyle yalvarıyor:

Ey benim Sultanım Efendim! Şu perişan gönlümü aşkınla yak, kavur! Gerçekler aleminde gerçekten var olan sensin. Kainatta var olan her şey senin zatın sayesinde vardır. Sen olmasan bunların hiçbiri yaratılmazdı. Saadet, senin derdinle yanmaktan ibarettir. Senin şöyle bir dönüp bakışın, en büyük bir lütuf ve ihsan olduğu gibi, gönül derdine de dermandır. Ben hem dünyada hem de ahirette seni istiyorum. Çaresizlerin imdadına yetişen lütfunu ve keremini umuyorum:

Dil-i viranımı aşkınla sûzan eyle, Sultanım
Hakayıkta hemîn sensin hakikat ya Resulallah
Avalimde kamu eşya senin zatınla kaimdir
Senin derdinle yanmaktır saadet ya Resûlallah
Nigâhın aynı ihsandır, gönül derdine dermandır
Benim halim perîşandır, şefaat ya Resûlallah
Zekayî’nin iki alemde maksudu heman sensin
Umar dergah-ı lutfundan inayet ya Resûlallah

“Yanmada derman buldu bu gönlüm” diyen Hacı Bayram-ı Velî gibi gönlünü aşk ateşiyle yakmayı en büyük saadet bilen aşıklardan merhum hocam Yamandede, Resûlullah aşkını dile getirdiği “yak sînemi ateşlere efgânıma bakma” diye başlayan meşhur na’tinde, aşk yarasının yine aşkla iyileşeceğini ve aşkın yandıkça mutlu olacağını belirtmekte; hatta ağlayıp gözyaşı dökmenin aşk ateşini hafifleteceğinden (tahfîfe başlayacağından) ve yanık bağrını serinleteceğinden korktuğunu söylemekte, çektiği derdin çok büyük olduğunu, buna dağların, taşların bile dayanamayacağını dile getirmekte, her şeye rağmen gözyaşlarını tutmaya çalışarak için için yanmak istediğini, bu sebeple haline bakıp da kendisine acımaması gerektiğini şöyle ifade etmektedir:

Ağlatma ki, âlâmımı tahfide başlar;
Ağlatma, serinletmededir bağrımı yaşlar;
Rahmetme sakın, gerçi dayanmaz buna taşlar;
Ağlatma da yak, hal-i perîşanıma bakma.

Yaşlar akarak belki uçar zerresi aşkın;
Ateşle yaşar, yaşla değil, yâresi aşkın;
Yanmaktır, efendim, biricik çaresi aşkın;
Ağlatma da yak, hal-i perîşanıma bakma.

Vereydim Canımı Kurban

Kadiriyye tarikatının Eşrefiyye kolunun kurucusu olan mutasavvıf-şair Eşrefoğlu Rumî (ö. 1469), güzel şiirlerle süslü dîvanındaki bir şiirde Sultan-ı Enbiya Efendimiz’e duyduğu sevgi ve hasreti pek canlı bir şekilde anlatmakta ve onun bütün peygamberlerin sultanı olduğunu; ay ile güneşin bile ışıklarım onun parıldayan yüzünden aldığını; Allah Resûlu’nün Mi’rac’da Arş’a ayak basıp ilahî lütuflar elde ettiğini, onun bir anda kazandığı manevî dereceleri meleklerin bin yılda alamayacağını belirtmekte ve bir seher vaktinde (Sehergâh’ta) onun yüzünü bir kerecik görebilmek için canını vermeye hazır olduğunu şöyle dile getirmektedir.

Cemî-i enbiyalardan
Muhammed cümlenin şahı
Yüzü nûrundan almışlar
Felekler şems ile mâhı

Yedi kat gökleri geçti
Kadem arş üstüne bastı
Erişti Kabekavseyn’e
Tavaf eyledi dergahı

Anın seyr ü sülûkinden
Melekler aciz olmuşlar
Ki bin yılda varamazlar
O bir demde varıp rahı

Vereydim canımı kurban
Senin yoluna ey Ahmed
Nola bir kez yüzün görsem
Seher vakti sehergâhı

Bu Eşrefoğlu Rumî’nin
Günahı çöktürür gayet
Şefaat kıl ya Muhammed
Yüzün şems ü kamer mâhı

Peygamberi, peygamberliği ve peygamber sevgisinin mahiyetini bilmeyenler, Fahr-i Cihan Efendimiz hakkında şairlerin yanıp tutuşarak anlatmaya çalıştığı bu duyguları abartılı bulabilirler. Onlara, seviyelerine göre hidayet, feraset ve anlayış dilemekten başka ne yapabiliriz ki. Hatta namazlı, niyazlı müslümanlar arasında bile bu kanaate sahip olan gönül fukarası bulunabilir. Böyle bir hisse kapılınca, Peygamber aleyhisselam hakkında, onu peygamber olarak gönderen Cenab-ı Hakk’ın sözüne kulak vermek ve O’nun, kendi Resulu’nü bize tanıtırken kullandığı övgü ifadelerini hatırlamak gerekir. Efendimiz’in büyüklüğünü ifade eden ayetler içinde bir tanesi, gönle gelen bu kabil vehimleri bir anda silip süpürecek berraklığa sahiptir. Allah Teala, Resül-i Ekrem’ine şöyle hitab ediyor:

“Ve ma erselnake illa rahmeten lil-alemîn. “Biz seni bütün kainata rahmet olarak gönderdik” (Enbiya süresi (21), 107).

Bu konuda tereddüdü olanların, bu ayet-i kerîme üzerinde uzun uzun düşünmeleri gerekir. Re-sülullah Efendimiz’i bütün kainata rahmet olarak gönderdiğini söyleyen herhangi bir kimse değil, kainatı ve bizi yaratan Allah’tır. Şu halde Cenab-ı Hakk’ın böylesine üstün özelliklerle yarattığı ve kullarına hem hidayet hem şefaat için gönderdiği bu Rahmet Peygamberi’ne aşık olmak ve onu övgü dolu sözlerle yadetmek kadar tabiî bir şey düşünülemez. Tabiî olmayan bir şey varsa, o da Resulullah’a gönül kapılarını kapamak ve ona karşı soğuk ve hissiz davranmaktır.

Bir müslümanın iyi bir mü’min olabilmesi için Peygamber aleyhisselam’ı, hadîs-i şeriflerde belirtildiği üzere, anasından, babasından, çoluk çocuğundan, hatta kendi canından bile çok sevmesi gerekir. Onu böylesine derinden sevmeyen bir müslüman, iyi bir kul olduğunu iddia edemez. On sekizinci yüzyıl şairlerimizden Lebîba, Resulullah Efendimiz’i canından da çok sevmeyen bir kimsenin, insan görünümünde olsa bile, gerçekte adam sayılamayacağını şöyle anlatır:

Seni can-ı azîzinden ziyade sevmeyen aşık

Hakikat aleminde adem olmaz ya Resulallah

Beşiktaşlı Neccarzade Şeyh Rıza(ö. 1746), Zuhürat-ı Mekkiyye adlı o na’tlerle dolu nefis divanında, Kainata Rahmet diye gönderilen o en büyük insana bütün kainatın aşık olduğunu ne güzel dile getirir. Der ki: Sultanım, Efendim! Allah’ın kelamını bize tebliğ eden o güzelim dudağına ağız aşık, dil aşıktır. Ey parıldayan güneşim! Sana hem yeryüzü hem zaman aşıktır. Şu kainatın yaratılmasına senin mübarek vücudunun sebep olduğunu bilmeyen yok. Bu sebeple kainatın ilk gününden son gününe kadar sana bütün kainat aşıktır. Şu alemde gizli, aşikar, akıllı, akılsız, görünen, görünmeyen ne varsa, kısacası her şey sana aşıktır. Senin o eşsiz güzelliğini görenler de aşık, görmeyenler de. Vallahi o güzelliğin sembolü gül yanağa Kainat’ın Sahibi olan Allah da aşıktır:

Lebin vasfında sultanım dehan aşık, zeban aşık
Sana ey mihr-i tâbânım zemîn aşık, zaman aşık
Vücud-ı aleme bâis vücudun olduğu zahir
Mine’l-evvel ile’lahir sana kevn ü mekan aşık
Eğer mahfî eğer peyda ve ger akıl eğer şeyda
Senin şevkin ile cana, nihan aşık iyan aşık
Gören aşık cemal-i ba-kemalin görmeyen aşık
O gül ruhsara billahi Hüdavend-i cihan aşık

Gönüllerin dizginini elinde tutan Yüce Rabbim’in, gönüllerimizi Resulullah aşkıyla diriltmesini niyaz ederim.