Hadislere Nasıl Bakmalıyız?

YYaşar Kandemir hocamızın 2001 Haziran ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 184 Sayfa: 024)

Müslüman, Peygamber’inin sözlerine saygılı insandır. Çünkü hadîs-i şerifler Resûlullah’ın nefesini aramızda hep yaşatan ve yolumuzu aydınlatan birer ışıktır. “Sünnet olmasaydı, hiçbirimiz Kur’an’ı anlayamazdık” diyen İmâm-ı âzam Ebû Hanîfe hazretlerinin belirttiği gibi hadis ve sünnet bizim için her şeydir. Hadislere, rasgele bir insanın sözüymüş gibi bakmak, onun mânasını anlamayınca, “Canım bu devirde böyle şey olur mu?” gibisinden ileri geri konuşmak bir müslümana asla yakışmaz.

İyi müslüman, zihnine takılan bir hadisle karşılaştığı zaman, onun gerçekten Peygamber sözü olup olmadığını araştırmalıdır. Eğer bir sözün hadis olduğunu öğrendikten sonra onu baş tacı edemiyorsa, içini bir şüphe kemiriyorsa, o hadisin ne anlama geldiğini bilene sormalı ve gönlünü huzura kavuşturmalıdır.

Geçenlerde bir televizyon programında, İslâm’da kadın konusu tartışılırken muhtelif hadisler gündeme geldi. Haklarında iyi duygular beslediğim bazılarının hadisler karşısındaki hafif tutumlarına üzüldüm ve bir süre sonra programı takip etmedim. Daha sonraki saatlerde “kadının erkekler için fitne olduğunu” belirten hadîs-i şerîf, “Efendim, Peygamberimiz böyle bir şey söyleyebilir mi?” edâsıyla ele alınmış, bazıları bizim peygamberimiz böyle şey söylemez diyecek olmuş. Programa katılan bir zât, “fitne” kelimesinin “imtihan” demek olduğunu, sahih hadis kitaplarında bulunan bu hadisin “Kadın erkekler için bir imtihan aracıdır” anlamına geldiğini, Kur’an’da da “Mallarınız ve çocuklarınız sizin için fitnedir” (Teğâbün 64/15) buyurulduğunu söyleyince ortalık sus pus olmuş.

HADİS HAFİFE ALINMAMALIDIR

Bazıları, anlayışına, zihniyetine uymayan bir sözün âyet olduğunu öğrenince direnmeyi bırakıp susuyor. Elhamdülillâh, bu da bir şey. Fakat bazıları anlamakta güçlük çektikleri hadisler karşısında aynı teslimiyeti göstermiyorlar. Yeterli hadis kültürüne sahip olmadıkları halde, kafalarına uymayan bir sözü Hz. Peygamber’in söyleyeceğine ihtimal vermiyorlar. Hatta daha da ileri giderek “Olmaz öyle şey” diyebiliyorlar ve hadise karşı alaycı bir tavır takınabiliyorlar. Böyle bir tavırdan Allah bizi ve bütün mü’minleri korusun. Gerçi hadisi hafife alma hastalığının tarihi epeyce eskidir. Önce size bu konuda birkaç olay arzedeyim:

Bir gün ünlü sahâbî Ebû Hüreyre hazretlerinin bulunduğu bir mecliste kibir konusu görüşülüyordu. Ebû Hüreyre, Peygamber Efendimiz’in anlattığı bir olayı nakletti. Efendimiz, güzelce giyinen birinin böbürlenerek giderken, Allah Teâlâ’nın onu kibri yüzünden yere batırdığını, onun kıyamete kadar bağırıp çağırarak yerin dibine batmaya devam edeceğini söylemişti. Ebû Hüreyre sözünü bitirince, güzel bir elbise giyinmiş bir genç ayağa kalktı ve “Ebû Hüreyre! O genç şöyle mi yürüyordu?” diyerek onu taklide yeltenince fena bir şekilde tökezledi. Neredeyse kafası kırılacaktı. O zaman Ebû Hüreyre “Burnu ve ağzı üzerine yere çarpılsın” diyerek “Alay edenlere karşı biz sana yeteriz” (Hicr 15/95) âyetini okudu (Dârimî, Mukaddime 40).

Aynı tarzda bir olay daha var: Hz. Ömer tarafından Basra’ya mürşit ve muallim olarak gönderilen sahâbî Abdullah İbni Mugaffel, bir gün mescitte parmak uçlarıyla taş atan bir genç görünce onu uyarmak istedi ve Hz. Peygamber’in bu hareketi yasakladığını ondan bizzat duyduğunu söyledi. O genç sesini çıkarmamakla beraber, bu uyarıya pek önem vermemişti. O gün veya bir başka gün bu gencin mescitte yine parmaklarıyla taş attığını gören Abdullah İbni Mugaffel dayanamadı:

“Ben sana Resûlullah’ın bu hareketi yasakladığını söylüyorum, sen ise aldırış etmiyorsun. Vallahi ölürsen cenazene katılmayacağım; hastalanırsan ziyaretine gelmeyeceğim ve seninle asla konuşmayacağım!” dedi (Dârimî, Mukaddime 40). Çünkü Abdullah, maddî imkânı olmayıp da Hz. Peygamberle birlikte o çetin Tebük seferine gidemediği için gözyaşı döken, bundan dolayı haklarında âyet nâzil olan (Tevbe 9/92) ve ağlayanlar anlamında “bekkâîn” diye anılan yedi fakir sahâbîden biriydi. Öyle lâübali davranışları hazmedemezdi.

Bu iki sahâbî, naklettikleri hadislerin önemsenmediğini görünce haklı olarak kızdılar. Canlarından aziz bildikleri yüce Peygamber’in hadislerinin küçümsenmesini hazmedemediler. Onlara, hadisleri küçümseyenlerin küçümsenmeyi hakettiklerini gösterdiler. İnsanın dinî hayatını altüst edebileceğini düşündükleri bu tutum karşısında verilmesi gereken cevabı vermekten çekinmediler. İkinci olay doğrusu çok ibretlidir. Bir müslümanla en fazla üç gün küs durulacağı genel bir kaidedir. Biriyle ebediyen konuşmamak, onun İslâm sınırından çıkması halinde söz konusudur.

Bir gün Abdullah İbni Ömercâmiye gitmek isteyen kadınların engellenmemesine dair hadisi nakledince, oğlu Bilâl bunun bazı karışıklıklara yol açacağını düşünerek, hayır biz onları engelleriz dedi. Oğlunun bir hadise karşı böylesine olumsuz tavır takındığını gören İbni Ömer âdeta kendini kaybetti. Bilâl’in göğsüne yumruğunu indirirken o güne kadar ağzından çıkmayan ağır bir hakaret cümlesi sarfetti (Müslim, Salât 135-140).

İbni Ömer hazretleri, hem en çok hadis rivayet eden yedi sahâbîden hem de ashâb-ı kirâmın tanınmış fakihlerinden biriydi. O, nefsânî arzuları Resûlullah’ın ortaya koyduğu esaslara baş eğmeyen bir müslümanı tasavvur edemiyordu. Hadislerin hafife alınması, küçümsenmesi büyüklerimizi işte böylesine çileden çıkarırdı. Bir adamın hem Ehl-i sünnetten olduğunu iddia edip hem de sünnete, hadise önem vermemesini onların akılları almıyordu.

Büyük sahâbî Ubâde İbni Sâmit, Hz. Peygamber’in yasakladığı bir alış veriş şeklinden bahsedince, o mecliste bulunan biri farklı bir görüş ileri sürdü. Adamın bu tavrı Ubâde hazretlerini fena halde kızdırdı. Hemen ayağa kalktı ve “Seninle aynı çatı altında kesinlikle oturamam” diyerek orayı terketti (Dârimî, Mukaddime 40). Müslüman olduğunu söyleyen birinin, Peygamber’in bir emrini duyup da ondan farklı düşündüğünü ileri sürmesi onların kabul ve tasvip edebileceği bir hareket değildi.

Tebeu’t-tâbiîn âlimlerinden Medineli fakih ve muhaddis İbn Ebû Zi’b (ö. 159/776), Süfyân-ı Sevrî, Abdullah İbni Mübârek, Yahyâ el-Kattân gibi ünlü âlimlere hadis okutmuş bir zâttı. Ekmeğini zeytin yağına banarak hayatını sürdüren, yaz kış aynı elbiseyi giyen ve kimseye minneti olmayan zâhid ve müttakî bir âlimdi. Halifelerin yaptıkları zulüm ve haksızlıkları yüzlerine vurmaktan çekinmezdi. Bir mecliste, râvileri arasında kendisinin de bulunduğu bir hadis üzerinde konuşuluyordu. Hadiste, “Bir yakını öldürülen kimse ya diyeti kabul eder veya kâtile kısas yapılır” buyuruluyordu. Meclistekilerden biri ona “Sen bu hadisi uygulamaya taraftar mısın?” diye sorunca İbn Ebû Zi’b’in tepesi attı; âdeta kendini kaybetti. Bu ne biçim soruydu! Bağırarak adamı yumruklamaya başladı. Bir yandan da “Ben sana Resûlullah’ın hadisini rivayet ediyorum, sen bana ‘Bunu uygulamadan yana mısın?’ diye soruyorsun. Elbette onunla amel edeceğim. Bu hadisi uygulamak hem bana hem de onu işiten herkese farzdır” dedi. Sonra da Resûlullah’ın müslümanlar için ne ifade ettiğini anlatmaya başladı. Allah Teâlâ’nın, onu insanların arasından seçtiğini, müslümanları Resûlü sayesinde doğru yola ilettiğini, müslümanların Peygamber aleyhisselâm‘a, canları istese de istemese de uymak mecburiyetinde olduklarını uzun uzun anlattı.

HADİS DİN DEMEKTİR

Allah’ın Resûlü bir konuda bir görüş belirtmişse, müslümanın onu kabul etmemesi, kafasına daha uygun bir görüş araması olacak şey değildir. Çünkü hiçbir mü’minin buna hakkı yoktur. Zaten Resûl-i Ekrem, sahih bir hadisinde “Nefsânî arzuları benim ortaya koyduğum şeylere boyun eğmeyen kimse mü’min olamaz” diyerek kendisine kayıtsız şartsız uyulması gerektiğini belirtmiştir (İbn Ebû Âsım, es-Sünne, I, 12). Eğer bir müslüman, Peygamberinin verdiği bir hüküm karşısında içinde burukluk hissediyorsa derhal kalbini “bakıma almalıdır.” Gönlünde, onulmaz bir hastalığın depreştiğini, dünyasını ve âhiretini kaybetmek üzere olduğunu düşünmelidir. Çünkü hadis din demektir. Ağzından çıkan sözün dine uygun olduğunu bilmeyen kimse ağzını açmamalıdır. Açarsa, Allah’ı ve Resûlullah’ı gücendireceğini hesap etmelidir.

İyi bir mü’min hadisleri baş tacı eder. Onların ilâhî sırların hazinesi, Rabbânî hikmetlerin kaynağı olduğunu bilir. İnsan aklının kavrayamadığı birçok hakikatin Resûl-i Ekrem’e öğretildiğini kabul eder ve gönlünü hadislerin engin derinliğine teslim eder.