Gönüllerin Tabibi

YYaşar Kandemir hocamızın 2003 Mayıs ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 207 Sayfa: 028)

Şu dünyada herkesin bir derdi var. Kiminin derdi bedeninde, kiminin derdi gönlünde, kimi de geçimini sağlamak için üç beş kuruşun peşinde.

Herkes derdine derman aramakta, ama çoğu kimse dermanın nerede, kimde olduğunu bilememekte, derde devâ olacak bir tabibi bulamamakta. İşte bu sebeple, dünyada yapılacak en değerli şeyin, bir yaraya merhem, şifa arayana kılavuzluk etmek olduğu anlaşılmakta.

Sevgili Efendimiz dertlilerin dert ortağıydı. “Derdim var” diyeni dinler, “Ne olur elimden tut!” diyenlere bir teselli sunardı.

Onun kapısı ümit kapısıydı. Oradan kimse eli boş, gönlü nâhoş dönmezdi.

Buyur Babacığım

Peygamber Efendimiz’in sohbet halkasında her zaman bulunmaya çalışan bir sahâbî vardı. Nereye gitse arkasından gelen küçük oğlunu önüne oturtarak Efendimiz’i dinlerdi.

Bir gün bu çocuk öldü. Onun ölümüne aşırı derecede üzülen baba, gönül acısı henüz dinmediği için, belki meclisin huzurunu bozacağı endişesiyle birkaç gün Peygamber aleyhisselâm’ın yanına uğramadı .

Onun yokluğunu hisseden sevgili Efendimiz, niçin gelmediğini sordu. Sevgili oğlunun vefat ettiğini söylediler.

Şefkat çağlayanı Efendimiz o zâtı buldu; çocuğu sordu, vefat ettiğini bir de ondan duyup başsağlığı diledikten sonra dertli babanın gönül yangınını şöyle teskin etti:

– “Söyle bakalım, şimdi o çocuğun, yaşadığın sürece hep senin yanında bulunmasını mı, yoksa yarın cennetin hangi kapısına gitsen, onun koşarak ‘Buyur, babacığım’ diye sana cennet kapısını açmasını mı isterdin?”

Dağ gibi derdinin birden hafiflediğini hisseden sahâbî:

– “Ey Allah’ın elçisi! Elbette onun bana cennet kapısını açmasını isterdim” dedi. Resûl-i Ekrem:

– “Öyleyse istediğin olacak” buyurdu (Nesâî, Cenâiz 120).

Gönüllerin tabibi, bir kalb ağrısını işte böyle iyileştirdi.

Bir Sepet Hurma

Bir gün Resûl-i Ekrem Efendimiz ashâbıyla birlikte oturuyordu. Son derece üzüntülü bir adam içeri girdi:

– “Yandım, mahvoldum, Yâ Resûlallah!” diye söze başladı.

Herkes onun derdini merak etti. Peygamber Efendimiz:

– “Ne oldu, anlat bakalım?” diye sorunca, adam sıkıntısını bir çırpıda söyleyiverdi:

– “Ramazan orucu tutarken eşimle beraber oldum!”

Bu derdin de elbette bir çâresi vardı. Şefkat pınarı Efendimiz ona yapabileceği şeyleri sıralamaya başladı:

– “Bir köle âzad edebilir misin?”

– “Hayır, edemem.”

– “Hiç ara vermeden iki ay oruç tutabilir misin?”

– “Hayır, tutamam.”

– “Altmış fakiri doyurabilir misin?”

– “Hayır, doyuramam.”

– “Peki, otur bakalım.”

Adam bir yere oturdu, derdine Resûl-i Ekrem’in nasıl bir çâre bulacağını merakla beklemeye başladı.

İşte o sırada Medineli Müslümanlardan biri Hz. Peygamber’e büyükçe bir sepet hurma getirdi.

Sevgili Efendimiz, derdinin çözümünü bekleyen adama hurma sepetini uzattı:

– “Al bunu, yoksullara dağıt!” buyurdu.

Adam, hiç umulmadık bir şey söyledi:

– “Ey Allah’ın elçisi!” dedi. “Bunu benden daha fakir birine mi vereceğim? Vallahi şu Medine’de benden daha fakiri yoktur.”

Onun bu sözleri sevgili Efendimiz’in pek hoşuna gitti. Yüzünden eksik olmayan tebessüm, gül goncası gibi açıldıkça açıldı. Azı dişleri görününceye kadar güldü. Çok hoşlandığı şeyler karşısında böyle yapardı.

– “Öyleyse, hurmaları ailene götür, onlar yesin!” buyurdu (Buhârî, Savm 30, Hibe 20, Allah Teâlâ’ime 13, Eymân 2-4).

İşte sevgili Efendimiz böyleydi. İnsanı doğru ve yanlışlarıyla birlikte kabul ederdi. Pek önemli bir yasağı kendine hâkim olamadığı için çiğneyen o sahâbîyi, “Hiç böyle mübarek bir ayda öyle bir iş yapılır mı?” diye azarlayıp utandırmadı. Onun “Yandım, malvoldum!” diye üzüntüsünü dile getirmesini yeterli gördü. Bir suçluyu ödüllendiriyormuş gibi görünen hoş bir tavırla onun üzüntüsünü gidermenin bir yolunu buldu.

Hanzala’nı Derdi

Hanzala İbni Rebî‘ radıyallahu anh’ın derdi daha başkaydı. Onun derdi kendini aşmak, mükemmel mü’min seviyesine ulaşmaktı. O seviyeye ulaşamadığı düşüncesiyle pek dertliydi. Şimdi onun derdini kendi ağzından dinleyelim:

“Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in yanındaydık, bize öğüt verdi, cehennemden söz etti.

Oradan ayrılıp eve gittim. Çocuklarımla gülüp oynadım, eşimle hoşça vakit geçirdim.

Daha sonra evden çıktım, ağlayarak yürümeye başladım. Yolda Ebû Bekir’e rastladım:

– “Neyin var, Hanzala?” diye sordu.

– “Hanzala münafık oldu” dedim.

– “Fesübhânellah! Sen ne diyorsun?”

– “Öyle ya, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in yanında bulunduğumuzda bize cennet ve cehennemden bahsediyor, onları gözümüzle görmüş gibi oluyoruz.

Huzurundan ayrılıp çoluk çocuğumuzun yanına ve işlerimizin başına dönünce, her şeyi unutuyoruz.”

Bunun üzerine Ebû Bekir:

– “Vallahi biz de aynı durumdayız. Yürü Resûl-i Ekrem’e gidelim” dedi.

Birlikte yola düştük ve Hz. Peygamber’in huzuruna vardık. Ben:

– “Ya Resûlallah! Hanzala münafık oldu” dedim.

– “Bu ne demek?” buyurdu. Ben:

– “Ey Allah’ın elçisi!” dedim.

“Yanında bulunduğumuzda bize cennet ve cehennemden bahsediyorsun; biz de onları gözümüzle görmüş gibi oluyoruz. Senin huzurundan çıkıp çoluk çocuğumuzun yanına ve işimizin başına dönünce, bunların çoğunu unutuyoruz.”

Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

– “Canımı kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim, eğer siz, benim yanımda bulunduğunuz hâli sürdürerek hep Allah’ı zikretseydiniz, melekler yattığınız yataklarda, yürüdüğünüz yollarda sizinle tokalaşırlardı.

Fakat ey Hanzala, bir saatinizi ibadete, bir saatinizi dünya işlerine ayırınız.”

Resûl-i Ekrem bu sözü üç defa tekrarladı” (Müslim, Tevbe 12-13; Tirmizî, Kıyâmet 59; İbn Mâce, Zühd 28).

Evet, Hanzala’nın derdi, görüldüğü gibi pek asildi. Onun arzusu, Resûlullah’ın yanında bulunduğu saatlerde ondan aldığı feyiz ve bereketi, ondan ayrı olduğu zamanlarda da devam ettirebilmekti. Ona göre iyi bir Müslüman böyle olurdu. Resûlullah’ın huzurundaki feyzi hayatının diğer zamanlarına taşıyamayanlarda mutlaka bir iman eksikliği vardı.

Gönüllerin tabibi Efendimiz onun üzüntüsünü de teskin etti. Peygamber’in huzurunda duyulan vecd ve heyecanı, daha sonra aynı seviyede devam ettirmenin mümkün olamayacağını öğretti.

Duaya Tutunmak

Peygamber Efendimiz, derin kederler içinde olduğunu gördüğü sahâbîlerine mânevî huzuru yakalamanın sırlarını da öğretirdi.

Meynûne annemizin kızkardeşi, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in de baldızı Esmâ Binti Umeys, İslâm uğrunda pek çok sıkıntıya katlanmış yiğit bir hanımdı. Müşriklerin ezâ ve cefalarından kurtulmak için eşi Ca‘fer-i Tayyâr ile birlikte Habeşistan’a hicret etmiş, orada tam on dört sene kalmış; Mûte Savaş’ının ikinci kumandanı olan sevgili hayat arkadaşını bu savaşta kaybetmişti.

Bir gün Resûl-i Ekrem Efendimiz Esmâ’ya:

– “Sana, sıkıldığın zaman okuyacağın bir dua öğreteyim mi?” diye sordu ve ona gönlü daraldığında şöyle demesini tavsiye buyurdu:

“Allahü Allahü rabbî, lâ üşrikü bihî şey’â:

Rabbim Allah’tır, Allah!

Ben O’ndan başkasına tanrı diye tapmam” (Ebû Dâvûd, Vitr 26; İbn Mâce, Duâ 17).

İşte Efendimiz insanlarla böyle ilgilenir, hasta gönülleri böyle iyileştirirdi.

Şüphesiz hayatta en güzel, en verimli davranış, dertlilere deva olmaya, gönüllere şifa sunmaya çalışmaktır.