Gönül Adamı ve Tevazu

YYaşar Kandemir hocamızın 1996 Haziran ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 124 Sayfa: 024)

Peygamber Efendimiz insana ve insan gönlüne büyük değer verirdi. Karşısındakiler, İslâmiyet’in güzelliği henüz ruhlarına sinmemiş, İslâm edep ve zarâfetiyle yeterince incelmemiş kimseler ise, onları incitmekten özellikle sakınır, hatalarını yüzlerine vurmaktan çekinir, Allah Teâlâ’nın da belirttiği gibi, böyle davranmaktan adeta “utanırdı”. Onun bu nezâketi şüphesiz hayât ve insan anlayışıyla yakından ilgiliydi.

Zeynep Binti Cahş annemizle evlendiği günün sabahı meydana gelen olay bunun en güzel örneklerinden biridir. Bu olayı bize anlatan Enes İbni Mâlik’in belirttiğine göre, annesi Ümmü Süleym, o gün Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’e düğün hediyesi olarak bir yemek hazırladı. Peygamber Efendimiz’e olan sevgisini muhtelif şekillerde ortaya koyduğunu bildiğimiz bu asil hanım, çekirdeği çıkarılmış hurmayı yağ ve kuru yoğurtla karıştırarak pişirdi. Araplarınhays dediği bu yemeği Enes’le Peygamber aleyhisselâm’ın evine gönderdi. Ümmü Süleym’in bu inceliğinden memnun olan Efendimiz, ashâb-ı kirâmı yemeğe dâvet etti. Mübarek elini üzerine koyarak bazı dualar okuduğu bu yemeği onar kişilik gruplara ikram etti. dâvetlilere, yemeğe başlarken besmele çekmelerini ve önlerinden yemelerini özellikle tembih etti. O azıcık yemek herkesi doyurdu. dâvetlilerin çoğu veda edip gittikleri halde, koyu bir sohbete dalan birkaç kişi istifini bozmadı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz bu sohbet meraklılarının tavrını doğru bulmamakla beraber, “bir genç kız kadar üstün hayâ duygusuna sahip olması“sebebiyle, kalkıp gitmeleri için onlara herhangi bir şey söylemedi. Fakat nezâketi kötüye kullandıklarını ve artık kalkıp gitmeleri gerek-tiğini hatırlatmak için yerinden kalkıyormuş gibi yapınca, daha anlayışlı olan bazıları çıkıp gitti. Ne yazık ki üç sahâbî hiç istifini bozmadı. Bunun üzerine Resûl-i Muhterem Efendimiz yerinden kalktı. Onların hâlâ oturduğunu görünce dışarı çıktı ve diğer hanımlarına uğradı. Kendilerini ziyaret ettiği herbir hanımı Efendimiz’in evliliğini tebrik ettiler ve yeni eşinden memnun olup olmadığını sordular. İki Cihân Güneşi Efendimiz bir müddet sonra Zeynep vâlidemizin evine tekrar uğradı. Başını uzatıp içeri bakınca, bir köşede Zeynep vâlidemizin oturduğunu, öte yanda o üç zatın sohbete devam ettiğini gördü; canı sıkılmakla beraber içeri girmedi. Bir müddet sonra Enes gelerek, evdekilerin gittiğini Peygamber-i Zîşân’a haber verdi. Bu olay üzerine hicâb âyeti diye bildiğimiz âyet-i kerîme nazil oldu. Allah Teâlâ mü’minleri şöyle uyarıyordu:

“Ey iman edenler Peygamber’in evlerine, yemek vaktine dikkat etmeden ve yemeğe dâvet edilmeden girmeyin; ama dâvet edildiğinizde girin; yemek yedikten sonra da ayrılıp çıkın; orada sohbete dalmayın; bu hareketiniz Peygamber’i üzmekte; fakat o bunu size söylemekten utanmaktadır. Allah ise gerçeği söylemekten çekinmez. Peygamber’in hanımlarından bir şey sorup istemeniz gerektiğinde, perde arkasından sorup isteyin; bu suretle hem sizin hem de onların kalblerinin temizliği daha iyi sağlanmış olur.Allah’ın Resûlü’nü incitmeniz helâl değildir. Kendisinden sonra zevceleriyle evlenmenize de aslâ izin yoktur. Bunlar Allah katında çok büyük günahtır.” [Ahzâb sûresi (33). 53]

Resûlullah Efendimiz’in bu olaydaki tavrı, yani insanların anlayışsızlığına üzülmesine rağmen kimseyi gücendirmemeye gayret etmesi ve onun bu nezâketini Cenâb-ı Hakk’ın bir âyetle açıklaması, Fahr-i Cihân’ın üstün bir edebe ve pek yüksek bir hayâ duygusuna sahip olduğunu göstermektedir. İnsanların verdiği sıkıntıları Efendimiz aleyhisselam’ın sabırla göğüslemesi, onun“kimsenin yüzüne hoşlanmayacağı bir şeyi söylememe” (Ebâ Davûd, Tereccül 8) huyundan kaynaklanmaktadır. Bu güzel huyun temelinde üstün bir zarafet ve yüce bir hayâ duygusu bulunmakla beraber, öyle anlaşılıyor ki, gönülleri İslâm’a tam manasıyla yatmamış ve Allah’ın dinine bütün varlığıyla henüz teslim olmamış bazı kimseleri gücendirdiği takdirde, onların dine soğuk bakabilecekleri endişesi de mevcuttur. Her haliyle İslâm’ın rengine boyanmış müslümanları gerektiği zaman uyarmaktan çekinmediği halde, yüzüne sarı boya sürmüş birini kesinlikle ikaz etmeyip, o dışarı çıktıktan sonra: “Şuna söyleseniz de yüzünü yıkasa!”buyurması (Ebû Davûd, Edeb 5), insanları gücendirmekten son derece sakındığını göstermektedir.

İslâmiyet’i bütün gönlüyle benimsemek, Allah’ın emri de nehyi de başım gözüm üstüne diyebilmek büyük bir imanın tezâhürü olduğu kadar, ilâhî bir lütuf ve mazhariyettir. Henüz bu mertebeye gelememiş, bu olgunluğa erememiş kimselere anlayışla bakmak, hatalarını görmezden gelmek bir peygamber ahlâkı olduğuna göre, ileride belki mükemmel bir müslüman seviyesine erişecek olan kusurlu kardeşlerimizi biz de anlayışla karşılamalı, hatalarını yüzlerine vurma-malıyız.

Hayat ve İnsan Anlayışı

Hali vakti iyi olduğu halde fakir ve yoksullarla bir arada bulunmaktan gocunmamak, onlarla birlikte yiyip içmekten çekinmemek herkesin yapabileceği bir yiğitlik değildir. Maddî imkân bakımından kendisinden aşağıda bulunanlardan uzak durma huyu bugünkü insanın karakterinin değişmez özelliği olduğu kadar, bin sene, beş bin sene öncekilerin tabiatında da vardı. Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’ın terbiyesiyle yetiştiği için öyle değildi. Fakir, yoksul ayırımı yapmadan bütün müslümanların yanına gider, onlarla görüşür, hastalarını ziyaret eder, mübarek elini hastanın başına koyarak halini, hatırını sorar, cenaze namazlarını kıldırırdı. Fakir ve yoksulları evine dâvet eder, kölelerle yan yana oturur, onlarla aynı kaptan birlikte yemek yerdi. Bir yere gittiği veya dâvet edildiği zaman, bizim gibi altına bir minder, bir sandalye konmasını beklemez, kuru yere çöküverirdi. Yemek yiyeceği zaman önüne sofra kurulmasını önemsemez, yere konan yemeği Allah’a şükrederek zevkle yerdi. Çünkü Allah’ın Resûlü kendini beğenmiş, kibirli ve zorba birisi değil, Allah’a şükretmesini bilen bir kul, iyi huylu ve mütevâzi bir insandı. Burada kendimize bir soru sormamız gerekiyor. Peki biz neden öyle değiliz? Resûlullah’ın ümmeti olmaktan şeref duyduğumuz halde onun hayât tarzını neden benimseyemiyoruz?

Bu soruların çeşitli cevaplarından biri şu olabilir:

Bugün bizim gayret ve himmetimiz içimizden ziyade dışımızı süslemeye yöneliktir.Bütün çabamız, yediğimiz, giydiğimiz şeylerin, oturup kalktığımız yerlerin daha mükemmel olmasını temin etmekten ibarettir. Ashâb-ı Kirâm efendilerimizin bir kısmının giyecek doğru dürüst bir şey bulamadıklarını, basit bir kumaşı ortasından delerek boyunlarına geçirdiklerini, fakir ve yoksulluk sebebiyle yalın ayak dolaştıklarını, mescitlerinde halı, kilim şöyle dursun, hasır bile bulamadıklarını, kuru toprak ve kum üzerine secde ettiklerini aklımıza bile getirmiyoruz. Hedefimiz daha güzel, daha müreffeh yaşamak olduğu için böyle bir hayâtı düşünmek bile istemiyoruz. Hatta ve hatta böyle sefîlâne yaşamaktansa, ölmenin daha iyi olacağına inanıyoruz.

Peygamberimiz’in toprakla temasını kesmediğini, hasır üzerinde uyumaktan çekinmediğini, kendisini bir ağacın altında azıcık gölgelenip sonra yoluna devam edecek bir kimseye benzettiğini biliyoruz. Bütün bunları çok iyi bildiğimiz halde sâde bir kilimin, basit bir sandalyenin üzerine oturmak, hatta kuru toprağa alnımızı koyarak seccadesiz namaz kılmak nefsimize ağır geliyor.

Bu sözleri her şeyi bir yana atıp fakr u zarûret içinde yaşayalım diye söylemiyorum. Böyle bir yiğitliği, bu satırların yazarı başta olmak üzere çoğu kimsenin yapamayacağını elbette biliyorum. Zaten bizden böyle bir fedâkârlık isteyen de yok. Ama nefsimizi Resûlullah ahlâkı ile bezeye bilmek, insanlara onun gibi değer verebilmek, Allah’ın kullarına sevgiyle, anlayışla yaklaşabilmek ve İslamî hayat tarzını başkalarına kolayca telkin edebilmek için alçak gönüllü olmamız, sâdeliği sevmemiz, fakirlere ve yoksullara yakınlık duymamız gerektiğine inanıyorum. Gönül adamı olmanın, insanlara katlanmanın ve onlarla kaynaşmanın, Peygamber sâdeliğini ve tevâzuunu benimsemeye bağlı olduğunu düşünüyorum.

Kadir Mevlâm’dan, Efendimiz’in güzel gördüğü her şeyi bize de güzel göstermesini, onun üstün ahlâkını bize de lutfetmesini niyâz ederim.