Geceyi Seyrederken

YYaşar Kandemir hocamızın 1991 Şubat ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 060, Sayfa: 020)

Kibriti çakıp odunun bağrına dayıyoruz da, bana mısın demiyor. Halbuki bir bidon benzinin dünyayı yakmasına bir kıvılcım yetiyor. Demek ki mesele hassasiyet meselesi.

Adam var güle bakıyor, gözünün içi gülüyor. Bir akarsu görüyor, gönlü o suya düşmüş bir demet çiçek misali, başka iklimlere kayıp gidiyor. Bir yıldız onu kendi dünyasından koparıp başka âlemlere sürüklüyor. Kimi de bu güzellikler karşısında sıkıntıdan patlıyor. Demek ki bu da göz ve gönül duyarlılığı meselesi.

Bizi en güzel şekilde yaratan Yüce Rabbimiz, içimizdeki ve dışımızdaki diğer güzellikleri de fark etmemizi istiyor. Kâinatı ibret aynasından seyretmemizi tavsiye ediyor. Bakmaz mısınız? Görmez misiniz? Düşünmez misiniz? Diye bizi uyarıyor. Şu halde iyi bir insan olmak duyarlı bir gönle sahip olmakla mümkündür. İşte o zaman gördüğümüz her güzel şey, bize onun yaratıcısını hatırlatacak, onun büyüklüğünü düşündürecek ve böylece kendimize gelmemizi sağlayarak kendi kendimize “Ben kulluğun hangi noktasındayım?” sorusunu sorduracak.

Bencileyin gönülden şikayeti olanlar onu biraz daha inceltmek, kaba yanlarını törpülemek, şu âlemin bitip tükenmeyen güzelliklerinden nasip almasını sağlamak için ne etmeli, nasıl yapmalı? diye sorarlarsa, âcizâne derim ki, her müşkilin çözümünde yaptığımız üzere yegâne modelimiz olan Efendimize başvuralım. Çareyi onun davranışlarında arayalım.

BOŞUNA MI YARATILDI?

Resûl-i Kibriyâ efendimizin amcazadesi Abdullah İbni Abbas’ın bir tespiti, hadis-i şerifleri okurken dikkatli davranmamız gerektiğini hatırlatıyor. Bazen teferruatmış gibi görünen bir hususun, aslında ne kadar önemli olduğuna dikkatimizi çekiyor.

Hatırlanacağı üzere Fahr-i Cihan efendimiz Rabbine kavuştuğu zaman, Abdullah ibni Abbas henüz 13 yaşındaydı. Teyzesi Hazreti Meymune, Nebiyyi Muhterem (sallallahü aleyhi ve sellem)’in hanımı olduğu için Hâne-i Saadet’e rahatça girebiliyor, hatta bazan bu saadet ocağında geceliyordu.

Yine bir gün sadece ve sadece Rasûl-i Ekrem efendimizin gece ibadetini öğrenmek maksadıyla teyzesine misafir oldu. Bir müddet sohbet ettikten sonra evdeki tek yastığın enine İbni Abbas, boyuna da Resûlullah (aleyhisselâm) ile Meymune annemiz baş koyup yattılar.

Gece yarılanınca, bazı rivayetlere göre gecenin son üçte biri kalınca Fahr-i Cihan (aleyhi rahmetü’r-rahman) uyandı. Gül kokulu elleriyle kara gözlerindeki uykuyu silmeye çalışarak doğruldu. Mübarek başını semâya kaldırarak baktı. Gecenin, o Arabistan gecesinin insana derin mânevî duygular ilham eden manzarasına daldı ve bu haşmetli manzaraya pek uygun düşenÂl-i İmran sûresinin “inne fi halkı’s- semâvâti ve’l-ardı” diye başlayan son on bir âyetini okumaya başladı. Bu âyetlerin ilk beşinin mealini arzedeyim. Bakınız bu âyet-i kerimelerde nelere dikkatimiz çekiliyor:

“Göklerin ve yerin yaradılışında,

Gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akıllı kimseler için ibretler vardır.”

“Onlar ayakta iken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah’ı zikrederler, göklerin yerin yaradılışını düşünürler ve şöyle dûa ederler:

“Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın.

Sen bütün kusurlardan münezzehsin.

Bizi cehennem azabından koru!”

“Rabbimiz! Sen kimi cehenneme koyarsan, artık onu rezil etmiş olursun.

Zalimlere yardım edecek kimse yoktur.”

“Rabbimiz! ?Rabbınıza imân edin’ diye çağıran bir davetçiyi duyduk. Hemen imân ettik.

Rabbimiz! Günahlarımızı bağışla!

Kötülüklerimizi ört!

Ruhumuzu iyilerle beraber al!”

“Rabbimiz! Bize peygamberlerinle vadettiklerini ver.

Kıyâmet günü bizi perişan etme!

Şüphesiz vadinden caymazsın…”

Geri kalan âyetleri de okuduktan sonra kalktı. Abdestini aldı. İnci dişlerini misvakladı. Daha sonraon bir rekat namaz kıldı. Çok geçmeden Bilâl sabah ezanını okudu. Sabah namazının sünnetini kıldıktan sonra Hücre-i Saâdet’ten çıktı ve onu bekleyen ashâb-ı kirâma sabah namazını kıldırdı. (Buhâri, Tefsir, 3/ 17)

Demek oluyor ki, yüreklerdeki pası temizlemek, onun etrafındaki kalın sisi dağıtmak ve böylece duyarlı bir gönle sahip olabilmek için, sırlarla yüklü bazı vakitlerin feyiz ve bereketinden faydalanmaya çalışmak lazımdır.

RABBİM SENSİN

Fahr-i Kâinat efendimiz, ruhlara huzur ve sükûn veren, güzel manzarasıyla gönülleri büyüleyen veya tam aksine, dehşetli manzarasıyla gönüllere ürperti veren zamanlarda Yüce Rabbine daha çok yönelir; ona duyduğu hayranlığı ve saygıyı coşkun ifadelerle dile getirirdi. Çünkü bu saatler biz duyup anlamasak bile, Kâinattaki bütün varlıkların Allah’ı tesbih ettiği saatlerdi.

Yûnus Emre’nin

Dağlar ile taşlar ile

Çağırayım Melâm seni

Seherlerde kuşlar ile

Çağırayım Mevlâm seni.

diye işaret ettiği zamanlardı. İşte o zamanlar Şâh-ı Enbiya efendimiz hiçbir gönüle nasip olmayan bir coşkuyla Rabbine el açardı. Şimdi sunacağım hadis-i şerif bu coşkunluğun gözle görülür bir ifadesi gibidir:

Ya Rabbi! Yalnız sana hamd olsun ki, göklerin ve yerin nûru sensin. Yalnız sana hamd olsun ki, yerleri ve gökleri ayakta tutan sensin. Yalnız sana hamd olsun ki, yerlerin ve göklerin ve içlerin de olanların Rabbi sensin.

Sen Haksın.

Va’din haktır.

Sana kavuşmak haktır (gerçektir)

Cennet haktır.

Cehennem haktır.

Kıyâmet haktır.

Yâ Rabbi! Sana teslim oldum.

Sana iman ettim.

Sana güvendim.

Sana tevekkül ettim.

Sana sığındım.

Yalnız sana güvenerek mücadele ediyorum.

Senin hükmüne boyun eğdim.

Gelmiş, geçmiş; gizli, açık bütün günahlarımı affet!

Sen benim Rabbimsin. Senden başka İlâh yoktur.

Meşhur hadis-i şerifin Sahih-i Müslim’deki rivayeti böyledir.(Müsafirîn, 199)

DERME ÇATMA SÖZLER YERİNE

Bu yanık dualar, bu mânâ yüklü ifadeler ancak vahyin ışığıyla aydınlanmış pırıl pırıl bir gönülden büngüldeyip gelebilir. Günahlardan pîr ü pâk olan o Seyyid-i Kâinat’ın “Bütün günahlarımı affet!” diye Allah’a niyâz etmesinin başlıca iki mânâsı vardır. Bunlardan biri, kusursuz olmadığını ifâde etme suretiyle, kulluğunu en çarpıcı şekilde ortaya koymaktır. Yoksa onun günahı yoktur. Günah dediği ise, yapılması evlâ olan şeyi yapmamaktan ibarettir. Bu ise hiçbir şekilde günah değildir. Efendimizin böyle dua etmesinin diğer bir sebebi de ümmetine nasıl dua ve niyaz edeceklerini öğretmektir.

Şunu unutmayalım ki, bazı örneklerini biraz önce okuduğumuz âyet-i kerimelerdeki dua kalıpları, Cenâb-ı Vâcibü’l- vücud tarafından bizim için hazırlanıp paketlenmiştir. Bize olan derin şefkati sebebiyle, kendisine doğru uçuracağımız samimi yalvarışları, derme çatma sözler yerine, şanına yakışan dua formülleri ile sunmamızı uygun görmüştür.

Bunlara ilaveten Fahr-i âlem efendimiz, çeşitli zaman ve mekânlarda Cenâb-ı Mevlâ’nın yüce huzuruna sunabilecek başka duaları bize örnek bırakmıştır. Bunlar bizim için büyük nimetler, bulunmaz imkânlardır. Şüphe yok ki, âyet ve hadislerdeki dua ve zikirler, gaybın derinliklerine doğru uzayıp giden niyaz tellerinin âşinâ olduğu şifrelerdir. Niyazlarımızın ulu dergâha kolayca ulaşması için bu taahhütlü yolu biz niçin kullanmayalım… Umarız ki, sözlerin en güzeliyle dua ede ede gönüllerimiz güzeli tanıyıp öğrenir; güzel şeyler karşısında duygulanmayı ve böylece Güzeller Güzeli’ne kanat çırpıp uçmayı başarır.