Dedemizin Peygamber Saygısı

YYaşar Kandemir hocamızın 2006 Mayıs ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 243 Sayfa: 028)

Peygamber Efendimizi sevmek ve saymak Allah’ın emridir. Kâinâtın gonca gülünü “canımızdan daha çok sevmeyi” emreden âyet-i kerîme ile (Ahzâb 33/6) “sesinizi onun sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin” buyuran âyet-i celîle (Hucurât 49/2) Sultân-ı enbiyâ’ya duymamız gereken sevgi ve saygıya işaret etmektedir.

Büyük ecdadımızın imanlı gönlü Peygamber muhabbetiyle dopdoluydu. Geçen ayki yazımızda örnekleriyle gördüğümüz gibi, onlar Fahr-i Cihân Efendimizden söz ederken, mübarek adını asla yalın olarak ağızlarına almaz, onu yüce vasıflarından biriyle zikrederlerdi.

Bu ayki sohbetimizde ise, o aziz ecdâdın, Şâh-ı rusül Efendimizin sadece adını anarken değil, onunla ilgili şeylerden söz ederken bile aynı hassâsiyeti ve titizliği gösterdiklerine dair örnekler zikredeceğiz. Ve böylece gönüllerimizi Peygamber muhabbetiyle zenginleştirmenin yolunu ve usûlünü atalarımızdan öğrenmeye devam edeceğiz.

Bunun için de, bir Osmanlı bahriye paşası olan ve 1890’da vefat eden Eyüp Sabri Paşa’nın on beş yılda tamamladığı ve İstanbul’da 1884-1889 yılları arasında üç cilt halinde basılan Mir’âtü’l-Haremeyn adlı esere başvuracağız. Haremeyn, Mekke ile Medine demektir. Mir’âtü’l-Haremeyn iseMekke ile Medine’nin Aynası anlamına gelmektedir.

Onun şehri

Medine; varlığıyla kâinâtın iftihar ettiği bir yüce insanı, İki Cihan Sultanı’nı sağlığında on sene süreyle, vefatından sonra da kıyamet kadar bağrında misafir edecek olan kutlu bir şehirdir.

Muhterem ecdadımız, gönüllerin kıblesi olan bu mübarek diyara o kadar çok hürmet ederdi ki, bizim gibi, Medine deyip geçmeye gönülleri razı olmazdı.

O kutlu şehirden söz ederken tertemiz Medine anlamında Medîne-i tâhire,

nurlu Medine anlamında Medîne-i münevvere,

kötülüklerden arındırılmış temiz ve güzel şehir anlamında belde-i tayyibe,

huzur yuvası Medine anlamında Medîne-i dâru’s-sekîne derlerdi.

Medîne-i münevvere’den kimi zaman, Resûlullah’ın hicret ettiği yüce saray anlamındahicretserây-ı aliyye diye söz ederlerdi.

Fahr-i Cihân Efendimizin mütevazı evinin kerpiçten yapılmış, çamurla sıvanmış olması ve bu haliyle sarayla uzaktan, yakından bir ilgisinin bulunmaması onlar için önemli değildi. O basık tavanlı ev, Resûl-i Kibriyâ’yı canlarından daha çok seven mü’minlerin gönlünde bir saraydan daha geniş, daha görkemli, daha sevimliydi.

İşte bunun içindir ki Medine-i münevvere onların nazarında hicretserây-ı aliyye’dir.

Ecdadımızın bir şiir âhengiyle ruh okşayan dillerinde Medine-i münevvere’nin bir adı da yüce hicret yurdu anlamında dâru’l-hicret-i aliyye’dir.

Mü’minlerin kıblegâhı olan Mekke ile gönüllerin kıblegâhı olan Medine’yi bir arada zikredecekleri zaman da Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevvere demişlerdir.

Onun mescidleri

Bütün yaratılmışlara rahmet olan, dolayısıyla bütün varlıkların kendisiyle iftihâr ettiği o eşsiz insanın (Mefhar-i mevcûdâtın) mescidinden söz ederken mescit deyip geçmeyi, üstün edepleri gereği doğru bulmazlardı. On yıl boyunca Kâinâtın Efendisinin mübarek alnını öpen o aziz mescidi,

İçine girene bahtiyarlık veren, içinde yatandan dolayı mutlu olan mescit anlamında Mescid-i saâdet,

Peygamberimizin ruh okşayan güzellikteki mescidi anlamında Mescid-i latîf-i nebevî,

ve Mescid-i şerîf diye anarlardı.

Kuba, Fahr-i cihân Efendimizin hicret sırasında misafir olduğu ve ilk mescidi yaptığı bir köydür. Kuba o zamanlar Medine-i münevvere’ye altı mil uzaklıkta idi. Şimdi ise Medine-i münevvere’nin büyümesi sebebiyle onun bir mahallesi haline gelmiştir. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in hayatında pek önemli bir yeri olan bu köyden söz ederken büyüklerimiz Kuba deyip geçmek yerine,

Kubâ karye-i şevkefzâ (neşe artıran Kuba köyü) demeyi daha uygun görürlerdi.

Peygamber bahçesi

Sevgili Efendimizin mübarek kabrinden söz ederken de yalın olarak kabir, mezar demezlerdi; o gül bahçesine duydukları derin saygıyı ve hasreti dillendirebilmek için şöyle mûsikîli ifadeler kullanırlardı:

Hücre-i muattara (güzel kokulu oda),

ravza-i mutahhara (tertemiz bahçe),

ravza-i mukaddese (mukaddes bahçe),

ravza-i münîfe (yüce bahçe),

ravza-i nebî (Peygamber bahçesi),

kabr-i saâdet (içinde yatandan dolayı bahtiyar olan kabir),

merkad-i saadet (içinde uyuyan dolayısıyla mutlu olan dinlenme yeri).

Resûl-i Kibriyâ’nın mescidini, minberini ve ravzasını yan yana zikredecekleri zaman da şiir dilinin gönül okşayan ifadeleriyle Mescid-i şerîf, minber-i latîf ve ravza-i münîf derlerdi.

Yaşadığı yüce asır

Hz. Peygamberin ruhu demek yerine Peygamberin latif ruhu anlamında “ruh-i latîf-i Peygamberî” demeyi tercih ederlerdi

“Peygamberimizin yaşadığı asır” demek bile onlara göre soğuk ve zevksiz bir ifade tarzıydı. O kutlu çağda yaşayanlar yani ashâb-ı kirâm efendilerimiz nasıl ki bu ümmetin en seçkini ise, Resûlullah’ın yaşadığı asır da asırların en seçkinidir. Bu itibarla o en seçkin yüzyıldan söz ederken “Peygamberimizin yaşadığı yüce asır” (asr-ı âlî-i Peygamberî) demelidir.

Resûlullah Efendimizin bir yakınından, meselâ amcası Hz. Abbas’tan bahsedilirken Peygamber’in amcası Abbas şeklinde değil, Cenâb-ı amm-i hayri’n-nâs radıyallahu anh (insanların en hayırlısının değerli amcacı, Allah ondan razı olsun) demelidir.

Osmanlı padişahlarından III. Mehmet, yanında Resûl-i Ekrem Efendimizin adı her anıldığında, ona duyduğu derin saygıdan dolayı ayağa kalkarmış (Mir’âtü’l-Haremeyn, II, 732). Mekânı Cennet olsun.

Büyük dedelerimiz, 24 milyon km2’ye hükmeden şahin bakışlı, yiğit duruşlu, göğsü iman dolu insanlardı. Dış görünüşlerinin heybetine karşılık ruhları ve zevkleri ince, özellikle Peygamber Efendimizle ilgili konulara bakışları derinceydi. Onlar, okullarda bize öğretildiği gibi dar düşünmezlerdi. Bizim gibi kuru, kavruk ve gönül fukarası değillerdi. Onlar mütevâzı, ehl-i insâf insanlar oldukları için, bizim gibi her şeyin doğrusunu bildiklerini iddia etmezlerdi. Kısacası onlarla bizim meseleye bakışımız, tavrımız ve yörüngemiz çok farklıydı.

Kâinâtın Efendisine hürmet ve muhabbet konusunda ecdâdımızdan öğreneceğimiz çok şey var…

Peygamber Efendimizin her türlü saygıya, yüceltmeye, övgüye lâyık olduğunu, zaten Cenâb- Hakk’ın kendisine Muhammed adını vermekle onun şânını ve şerefini herkesten üstün tuttuğunu söyleyen merhum hemşerim Yozgatlı Muhammed Fennî’nin şu güzel kıt’asıyla sohbetimizi bitirelim:

Her türlü tahiyyât ü teâlî sana mahsûs

Her medh ü sitâyiş sana lâyıktır Efendim

Etmiş seni Hak nâm-ı Muhammed ile tevsîm

Kadr ü şerefin cümleye fâiktir Efendim