Allah’a Teslim Ol!

YYaşar Kandemir hocamızın 1998 Kasım ayında Altınoluk Dergisi’nde yayınlanan makalesi. (Sayı: 153 Sayfa: 024)

Çevremizde olup bitenler yüzünden bunalıyoruz. Olaylar dayanılmaz ağırlığı ile üzerimize abandığında kalbimizin sıkıştığını hissediyoruz. Sabrımız iyice tükenince hayatı çekilmez buluyor, hatta yerin altı acaba daha mı huzurlu diye düşünebiliyoruz.

Çaresizliğin bizi içine ittiği bu ruh hâli teslimiyet azlığından kaynaklanmaktadır. Teslimiyet güçlü bir imanın tezâhürü olup insana yaşama, başa gelene tahammül etme gücü veren rızâ ve tevekkül halidir. Allah Teâlâ kendisine tam bir teslimiyet içinde bulunmamızı, “Başımıza, asla Allah’ın bizim için yazdığından başka bir şey gelmez” [Tevbe sûresi (9), 51] diye düşünmemizi, sadece kaderimize yazılan şeyin gerçekleşeceğine [Hadîd sûresi (5), 22] inanmamızı, Allah izin vermedikçe hiçbir fenalığın bize dokunamayacağını [Tegâbün sûresi (64), 11] bilmemizi istemektedir.

Nebiyy-i Muhterem Efendimiz Kur’ân-ı Kerîm’in bu yöndeki buyruklarını bize açıklamış, amcazâdesi Abdullah İbni Abbas’ın şahsında şöyle buyurmuştur:

“Şunu bil ki, bütün bir ümmet elbirliğiyle sana bir fayda sağlamaya çalışsalar, Allah’ın sana yazdığından fazlasını veremezler.

Şunu da bil ki, bütün bir ümmet elbirliğiyle sana bir zarar vermek isteseler, Allah’ın sana yazdığından fazlasını yapamazlar” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 307).

Allah’ın istemediği bir hayrın veya şerrin, bir fayda veya zararın başa gelmesi mümkün değildir. Zira veren de O’dur, alan da O’dur. Zengin eden de O’dur, fakir kılan da O’dur. Bahtı veren de O’dur, mutsuz eden de O’dur. Şu âlemde olup biten her şey Allah’ın bilgisi dahilinde meydana gelmektedir. İşte bu sebeple kendisine el açılacak ve yardımı istenecek tek zengin, yegâne varlık sahibi O’dur. Hal böyle olunca yaratılmışlardan korkmanın, ürkmenin, endişelenip tedirgin olmanın da bir anlamı yoktur. Kendisinden korkulacak, acaba bir buyruğunu ihmal mi ettim, yapma dediği bir şeyi mi yaptım, kendisine karşı bir kusur mu işledim diye endişe duyulacak varlık da sadece O’dur.

Bütün bu bilgiler ve duygular insanı Allah’a teslim olmaya, kâinatta sadece O’nun sözünün geçtiğine inanmaya, O’nun yazdığının olacağını kabul etmeye, yazmadığı bir şeyin de kesinlikle olmayacağı şuuruyla huzurlu yaşamaya götürecektir. Bu inanç ve zihniyete sahip olan müslümanı Allah katında değerli kılan da işte bu teslimiyetidir.

Allah’a teslim olmak, başkasından bir şey ummamak suretiyle hürriyet ve istiklâlini ilân etmek demektir. Böylesine hür düşünceli bir müslüman bilir ki, Allah’ın insanlar için açacağı rahmet kapısını kimse kapatamaz ve O’nun kapattığını da kimse açamaz [Fâtır sûresi (35), 2], Allah, kulunun başına bir darlık, bir sıkıntı verecek olursa, O’ndan başkası bu sıkıntıyı gideremez. Eğer Allah bir kimse hakkında iyilik, genişlik diliyorsa, O’nun lutuf ve cömertliğini kimse engelleyemez. O lutuf ve cömertliğini kullarından dilediğine nasip eder [Yûnus sûresi (10), 107]. Burada Nûh aleyhisselâm’ı ve onun teslimiyetini hatırlayalım. Allah’ın buyruklarını tebliğ etmesine kızan soydaşlarının kendisini tehdit ettiklerini görünce, teslimiyetin zirvesinde olduğunu gösteren bir tavırla onlara ellerinden geleni artlarına koymamalarını, hatta taptıkları sahte tanrıları da yanlarına alarak kendisine hiç soluk aldırmamalarını söylemişti [Yûnus sûresi (10), 71). Hûd aleyhisselâm da ?Senin canına okuyacağız’ diyen kavmine aynı şekilde meydan okumuştu. Bütün bir kâinatı elinde tutan Allah’a güvenip dayandığını söyleyerek “Haydi bana karşı topunuz tuzak kurun, elinizden geleni ardınıza koymayın” demişti [Hûd sûresi (11), 55].

Müslümanı Allah’a tam teslimiyete, mükemmel bir güven ve emniyet duygusuna götüren şey, Peygamber Efendimiz’in söylediği gibi kaderi yazan kalemin kaldırılmış, artık yazıların kuruyup kesinleşmiş olmasıdır. Yani başa gelmesi takdir edilen şey mutlaka olacak, başa gelmeyecek olan da, bütün dünya elbirliği etse kesinlikle meydana gelmeyecektir. İşte müslümanı böylesi bir teslimiyet güçlendirecek, başa gelen dert ve sıkıntılar karşısında ezilmeyip ayakta durmaya, kötü niyetli ve zâlim kişilerin kendisine revâ gördüğü haksızlıklar karşısında yiğitçe direnmeye götürecektir. Hiçbir üzüntü onun yaşama arzusunu kıramayacak, hiçbir fenalık onu yıldırmayacaktır. Başına gelen her şeyin Allah’tan olduğunu bilecek, bazı olayları izah edemese bile, her şey de bir hayır bulunduğunu düşünecektir. Hoşuna giden olaylara sevinecek ve bundan dolayı sevap kazanacak, hoşuna gitmeyen olaylara sabredecek, bundan dolayı da hayır ve sevap kazanacaktır (Müslim, Zühd 64). Allah’ın ve Resûlullah’ın kendisine tavsiye ettiği hayatı yaşama hususundaki azmi asla sarsılmayacaktır. Fâni hayata vedâ edip giderken, elinden geleni yapmanın ona sağladığı kuş hafifliğiyle Rabbine doğru huzur içinde uçup gidecektir.

Sabırda Hayır Vardır

Her şeyi Allah’ın yarattığına inanan kimse, başa gelen her olayın Allah’ın takdiriyle meydana geldiğini kabul edip haline razı olmalıdır. Âdil halife Ömer İbni Abdülaziz hazretleri “Allahım! Başıma gelen işlere razı olmamı sağla ve takdir buyurduğun şeyi benim için hayırlı kıl. Böylece ben sonraya bıraktığın bir şeyin bir an önce olmasını, öne aldığın bir şeyin de geriye kalmasını arzu etmeyeyim” diye dua edermiş.

Biz bir iş yaparken Allah Teâlâ’dan onu bize hayırlı kılmasını diliyoruz. Bunun anlamı şudur: Meydana gelen iş bizim arzumuza uygun olsa da olmasa da, “hayırlısı bu imiş” diyerek takdîr-i ilâhîye boyun eğmemiz gerekir. Doğrusu da budur. Hoşumuza giden şeyin hayırlı olduğunu düşünmek yanlıştır. Belki de hayır, bizim hoşumuza gitmeyen şeydedir [Bakara sûresi (2), 216]. Bunun böyle olduğunu zaman bize gösterecektir.

İyi kul kazâya rızâ gösterir, başa gelene razı olur. ?Rabbim bana hayır verir, şer vermez; benim şer sandığım şey belki de hayırdır’ diye düşünür. Tıpkı yetkili bir doktora kendini teslim eden hastanın, ?Doktor bey canımı yakacak bir tedavi uygulasa da bunu benim iyiliğim için yapıyor’ diye düşünmesi gibi, iyi bir kul da başına gelen her işin kendi iyiliğine ve hayrına olduğunu kabul eder ve Rabbine teslim olur.

Rızâ, sabırdan daha üstün bir meziyettir. Sabır; acıyı hissederek dayanmak, olup bitenden dolayı öfkeye kapılmamaktır. Rızâ ise elem hissedilse bile gönül huzuru içinde olmak ve böylece acıyı hafifletmektir. Sabreden kişi içinde bulunduğu sıkıntılı durumun iyiye gitmesini temenni ettiği halde, rızâ mertebesindeki kişi halinden memnun olup o halin değişmesini istemez. Sabır, Efendimiz aleyhisselâm’ın buyurduğu gibi, belânın vurduğu anda gösterilmesi gerektiği halde, rızâ belâ gelip çattıktan sonra gösterilir; işte bu sebeple Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem“Allahım senden kazâdan sonra rızâ nasip etmeni dilerim” diye dua ederdi (Nesâî, Sehv 62; Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 264). Başa gelene razı olmak büyük bir yiğitlik ve kâmil imanın belirtisidir.

Resûl-i Ekrem Efendimiz’in son hastalığında bir insanın katlanabileceğinin iki misli acı ve ıstırap çektiğini (Buhârî, Merdâ 3; Müslim, Birr 41) unutmamak gerekir. Demek ki büyük dertler kötülere değil, tam aksine iyilere verilir. Onlara bu dert ile birlikte rızâ hali de ihsan edilir. Efendimiz bu gerçeği, hayrını istediği kişiyi Allah Teâlâ’nın sıkıntıya soktuğunu (Buhârî, Merdâ 1), sevdiklerini belâya uğrattığını, iyiliğini istediği kulunun cezasını dünyada verdiğini, başına gelene rızâ gösteren kulundan hoşnut olduğunu, Allah’a günahsız olarak kavuşuncaya kadar mü’minden, çocuklarından ve malından belânın eksik olmayacağını (Tirmizî, Zühd 57; İbni Mâce, Fiten 23) ifade buyurmuştur.

Biz her şeyden önce sabretmeyi öğrenmeliyiz. Sabretmeyi öğrenirsek Allah Teâlâ bize ondan da üstün olan rızâ mertebesini ihsân edebilir. Bazı İslâm büyükleri belki de her an kazâya rızâ halinde olabilmek için “Rabbi’nin hükmüne sabret! Çünkü sen gözetimimiz altındasın”[Tûr sûresi (52), 48] âyetinin yazılı olduğu bir kâğıdı ceplerinde taşır ve ona sık sık bakarlarmış. Şüphesiz sabrın en güzeli halinden kimseye şikâyet etmemek anlamına gelen sabr-ı cemîl’dir. Gözünün biri görme özelliğini kaybettiği halde kırk yıl boyunca bundan kimseye söz etmeyip kazâya rızâ gösteren büyüklerimiz vardır. İki cihan saâdeti Allah’a teslim olmak ve kazâya rızâ göstermekle mümkündür.